Monday, November 16, 2009

NILAY YILMAZ

Gaflar hiç biter mi? Ooo, daha çok var..." demiştik 3 hafta önce... Daha çok vardı, sizden gelenlerle birkaç köşe daha olacak kadar oldu... Spor yazar ve yorumcularımızın söylediği ilginç, komik, unutulmayan sözlerden bir bölümünü daha sizlere gururla sunarım:
Reha Muhtar: Yahu bu Olimpiyat Stadı çok kötü, maç başlıyor yarım saat sonra insanlar geliyor. Hani eskiden 2 film birden vardı, girerdin filmin ortasında sinemaya...
Turgay Şeren: Hatta üç üüüç!.. (Telegol - Star)
Milan - Schalke maçı 3-2 berabere devam ediyor. (PSV Eindhoven - Fenerbahçe maçı, Sabri Ugan) Yahu bu Sven Goran Eriksson mudur, Motorola mıdır nedir, o kim ki konuşuyor? İngilizlerin paralı bir adamı, biz onların baldır bacak gezen İsveçli kızlarına bi şey diyor muyuz? (Osman Tanburacı) Hakan, önünde kocaman bir kale, bir plase yapsan yetecek gole... (Şair İlker Yasin, Euro96 grup eleme İsviçre - Türkiye maçı, Hakan Sükür bir gol pozisyonunu kaçırdıktan sonra) Prekazi geliyooooor vuruyoooooor, ohhhhha be Prekazi bu ne beee! (Orhan Ayhan) Şampiyonlar ligi kurası öncesi, Telegol:
Güntekin Onay: Hocam, 1. gruptan hangi takımı istersiniz? Kim geçiyor aklınızdan?
Ahmet Çakar: Valla açıkçası Valencia'yı istiyorum.
Turgay Şeren: Ya Ahmet ben de, hatta onun şarkısı da var: Vaağlan si yaağ diye...
Bizim yakaladığımız pozisyonları Beşiktaş yakalasaydı fark olurdu!.. (Elazığspor Başkanı, 5-1'lik Beşiktaş maçından sonraki açıklaması) Bülent Karpat: Nedir Metin?
Metin Tekin: Ne nedir Abi?
Bülent Karpat: Top diyorum, gol, nasıl oldu?
Topa son dokunamayan Carew... (Beşiktaş - Galatasaray maçı, Show Radyo spikeri) İki takım da iyice durdu, sanki sahura kalkacaklar. O da ne! Hasan kalktı, ama durdu. (Galatasaray - Akçaabat Sebatspor maçı, Orhan Ayhan) Maçın bitmesine 20 dakika kalmasına 10 dakika var. ( İlker Yasin, bir Beşiktaş maçı)
Matematik profesörü der ki:
Şampiyonluk şansı dersen bence %90 Fenerbahçe, %70 Beşiktaş, %50 Galatasaray şampiyon olur... (Engin Verel) Gökmen Özdenak: Sergenciğim, sen Alex'in yanında Ferrari'sin.
Sergen Yalçın: Teşekkür ederim Abi! (Telegol - Star)
04 Nisan 2004, Telegol:
Güntekin Onay: Sayın seyirciler şu an aldığımız bir habere göre Konyaspor'un teknik direktörü Tevfik Lav geçirdiği trafik kazası neticesinde hayatını kaybetmiş.
Turgay Şeren: Ya bunu bırakın şimdi de, Gassaray güzel oynadı ama di mii?
Ersin ben senin geometri hocan olsam, sana sıfır veririm. (Kazım Kanat - Santra, ATV) Top az daha Fenerbahçe golü olarak PSV fileleriyle buluşuyordu... (PSV Eindhoven - Fenerbahçe maçı, Sabri Ugan) Sayın seyirciler, size İsviçreli futbolcular hakkında da bilgi vermek istiyorum, ama... Boşverin... (Türkiye-İsviçre maçını anlatan spiker) Evet sayın dinleyenler, Kayseri Atatürk Stadı'nda golü kimse görmedi, kaleci Ivankov görmedi, 25 bin taraftar görmedi, ben bile görmedim... Diyebilirim ki; Ümit Karan kaleye şut atmadı, adeta tabancayla mermi attı, kurşun attı. Hey maşallah!.. (Kayserispor - Galatasaray maçı, Ümit Karan'ın golüyle gaza gelen Radyo 7 spikeri) Ailton yan hakemi sözlü olarak uyardı. (Beşiktaş - Vaduz maçını anlatan spiker) Evet sayın seyirciler, hakem Ukraynalı oyuncuyu maçtan sonra evlat edinecekmiş gibi davranıyor. (Ukrayna - Türkiye maçı, Ümit Aktan) Evet sayın seyirciler maç başladı. Bu arada İsviçreli hakem aynı Tarzan'a benziyor... Gençliğimizde Tarzan'ın filmlerinde başrol oynayan artistin aynı gençliği... Vallahi çok yakışıklı... (Orhan Ayhan) Galatasaray - Lazio maçı:
Güntekin Onay: Inzaghi vuruyoooorr...
Turgay Şeren: Bu Inzaghi'nin kardeşi mi?
Güntekin Onay: Evet.
Turgay Şeren: Kardeşi di mi?
Güntekin Onay: Evet Sayın Şeren.
Turgay Şeren: Belli, zaten suratı da benziyo bak.
Başka matematikçi de şöyle der:
Beşiktaş'ın şampiyonluğu matematiksel olarak değilse bile geometrik olarak bitti. (İlker Ateş) Aurelio'nun devam edip edemeyeceği az sonra belli olacak! (PSV Eindhoven - Fenerbahçe maçı, Sabri Ugan) Ukrayna oyuncu değiştiriyor. Husin girdi oyuna. Top onda... Karşısında Hüseyin var. Bizimkisi daha Hüseyin tabii. (Ukrayna - Türkiye maçı, Ümit Aktan) Hamit evet... Hamit topu çok tutma ayağında... Bravo... Ama oraya değil... Ah!.. Hamit tekrar kazandı... Aferin!.. Hemen pas ver... Verdi... Okan... Okan koşsana oraya... Şimdi hemen defansa dönün... Aferin Volkan, aferin!.. Hemen çıkar topu elinden... Hakan sola koş... Bravo!.. Aferin!.. (Türkiye - Danimarka maçı, İlker Yasin) İndirecekseniz indirin artık. (Kosta Rika - Türkiye maçında Levent Özdilek) İki ucu zorlu değnek. (Türkiye - Yunanistan maçı, Mehmet Baturalp) Yüzlerinde 'maç sonrası sevineceğiz, şimdi bekliyoruz, tedirgin bir bekleyiş içindeyiz' ifadesi var. (Japonya-Türkiye maçını anlatan spikerin tribünlerde maçı seyreden Federasyon yetkililerinin yüzlerindeki ifadeyle ilgili müthiş analizi) - O topu gol yapmak için hiçbir şey yapmaya gerek yok. Orada ağaç olsa, gelip top çarpsa gol olur.
- Dedeler yarışında derece alamamış bir dede bile tekerlekli sandalyeyle o golü atardı. (Kasım 2002 Fenerbahçe-Bursaspor maçını Radyo D'den anlatan ve Washington'un kaçırdığı her gol sonrası sinirlenen Ümit Aktan)
Karlı bir gün, spiker Ümit Aktan: Sahadaki karların tamamı temizlenememiş, buradan bakıldığında saha yoğurtlu ıspanak gibi görünüyor.


Bak şu konuşana!
Ben Ertuğrul Sağlam'ı, Chelsea Menajeri Jose Mourinho'ya benzetiyorum.
(Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören)


Haydi hayırlısı!
Hakan, ona attırdığım gollerle gol kralı olacak.
(Lincoln)


Öz Beşiktaşlı!
Kimse benim kadar Beşiktaşlı olamaz, Ertuğrul bile...
(Rıza Çalımbay)


Tabii tabii!
Yılmaz Vural'ın centilmenliği elden bıraktığını ben hiç görmedim.
(Barbaros Çıdal - Futbol Pazarı, KanalTürk)


Demez Abi!
Canaydın, yeter demeye hakkın yok...
(Turgay Şeren - Akşam)


Küfür serbest!
Bana kızma; ama sen futbolu bilmiyorsun. Bana kızma, istersen küfür et!
(Ahmet Çakar - Santra, ATV)


Biz de!
Ben seni bu konuşmalarınla Beşiktaş camiasına yakıştıramıyorum Adnan.
(Ziya Şengül - Telegol, Star)


En güzeli!
Bundan sonra haklı olduğumuz konularda susmak yok. Meydanı, artık boş atıp tutanlara bırakmak niyetinde değilim.
(Selçuk Yula - Pas Fotomaç)


Hiç konuşma! Hep sus!
Ziya Şengül: Ya sen ne kadar çok konuşuyorsun kardeşim. Vır vır vır...
Adnan Aybaba: Az mı konuşayım, ne yani? Ne yapayım Ziya Abi?
(Telegol - Star)


Vah vah!
Kulübün yerini şoförlere sorup gelmedim. Uzun yıllardır Galatasaray'ın içindeyim. Galatasaray'ı basamak yapmadım, menfaatim için kullanmadım, yönetimin içinde bulunduğum dönemde kendi alacağım para için kulübü icraya vermedim. Belki politik deham burada. Ayrıca attığım imzalar nedeniyle bütün mal varlığım bloke halinde.
(Özhan Canaydın)


Bilmez miyiz!
Ben başkaları gibi ima etmem, direkt sorarım.
(Serhat Ulueren - Telegol Özel, Star TV)


Yüzyılın gafları-5
FPRIVATE "TYPE=PICT;ALT="

"Gaflar hiç biter mi? Ooo, daha çok var..." demiştik ya, çok vardı, sizden gelenlerle daha çok oldu... Spor yazar ve yorumcularımızın söylediği ilginç, komik, unutulmayan sözlerden bir bölümünü daha size ulaştırmak farz oldu:
Cin olmadan peri olma!.. (Gökmen Özdenak, zamanın FB kalecisi Recep'e sesleniyor) Kosecki , Kosecki, Kosecki, Kosecki topu sürüyor, Kosecki bir çalım, Kosecki Kosecki bir çalım daha, Kosecki ceza alanına yöneliyor, Kosecki Kosecki rakibini yatırdı. Kosecki gole gidiyor, Kosecki Kosecki şuuuut ve gooooooooooool!!! Hayvansın Koseckiiii!!! (Orhan Ayhan) Erman Toroğlu: Bak şimdi Sevgili Şansal...
Şansal Büyüka: Bakıyorum Hocam!...
Ahmet Çakar: Reha, şimdi biri senin için yaptığı bir haber için şu kadar para aldı derse, iftira atarsa ne yaparsın?
Reha Muhtar: Ortalığı ateşe veririm, yıkarım, dağıtırım, oyarım adamı!.. (Telegol)
10 Nisan 2005, NTV:
Kemal Dinçer: Fransızların bir atasözü vardır: "Sen çalışırsan Allah da sana yardım eder" derler. Şimdi Fenerbahçe çalışıyor. Şans da onlara yardım ediyor.
Turgay Şeren: İyi de Anelka sonradan Müslüman oldu. Bakalım Allah ona da yardım edecek mi?
Kemal Dinçer: Eder abi, niye etmesin?
Turgay Şeren: Bence de etmesi lazım. Etmelidir. Eder de zaten...
Hakem Okan'ın çıkmasını işaret ediyor, biz de anlamamış gibi yapıyoruz sayın seyirciler. (Ukrayna - Türkiye maçı, 90. dakika civarı Türkiye'nin 1-0 önde olduğu durumda Ümit Aktan) Sadık İlhan: Ahmet Bey bi şey sorabilir miyim?
Ahmet Çakar: Buyur hayatım!.. (Telegol)
Evet sayın seyirciler, Samsun 6 gol yedi ama oyun disiplininden hala kopmuş değil... (Kayserispor - Samsunspor maçı, Süper FM spikeri)
Futbol şöleni=Basketbol, tenis...
Bu programda sadece futbol yok. Basketbol, voleybol, tenis, masa tenisi de konuşuluyor. Yani anlayacağınız tam bir futbol şöleni!!! (Turgay Şeren - Telegol) FC Sion'un adı bugünden sonra depre-sion olacak sayın seyirciler. (FC Sion - Galatasaray Şampiyonlar Ligi ön eleme maçı sonu, Ümit Aktan) Artık karşılaşmanın son anları... Heyecan dorukta... Bayraklarınız hazır mı? Arabalarınız kapıda mı? (İlker Yasin) Adamların orta sahasında bi Arap var, nasıl bir İngiliz anlamadım ben vallahi... (Turgay Şeren) Evet golü atan futbolcu Letchkov... Evet, notlarıma bakıyorum Letchkov Almanya'nın Hamburger takımında top koşturuyor... Evet, yanlış mı baktım notlarıma diye bir daha bakıyorum... Evet, gerçekten Hamburger takımında oynuyor... (ABD 1994 Almanya - Bulgaristan çeyrek final maçı - Ümit Aktan) 19 Eylül 2001, PSV Eindhoven - Galatasaray maçı, yağmur yağmış, saha ıslak ve ağırdır, spiker Sabri Ugan: Dileriz bu yağmur, Cimbom'un gol çiçeklerini sulamak için yağıyordur. Ercan Taner, 4-1'lik Galatasaray - Real Mallorca maçını Cine5'te anlatmaktadır. Okan Buruk'un attığı 4. gol esnası ve sonrası Taner coşar ve neler demez ki: Arif süratli, bir çalım Arif'ten, rüzgar gibi Arif, Arif döndü, Arif şimdi bir pas, Okan aldı... Okan.... Gooolll gooolll gooollllll.... Üç yetmedi dört oldu, üç yetmedi dört oldu, dört de yetmesin beş olsun, altı olsun... Harikasınız çocuklar, muhteşem. Dört oldu dört dört dört. Dört oldu, bu ne şov, bu ne oyun, bu ne goller, bravo çocuklar bravo, bravo. İşte Okan, işte kaleci. Kaleci çimleri yoluyor çimleri, Okan'ın golü, dört oldu dörtt...

Pırtlak top!
Kaleci topu pırtlattı sayın seyirciler! (4 Mart 2003 Galatasaray - Malatya Kupa maçı, Ümit Aktan) Evet orda bir faul var galiba sevgili dinleyenler... Şu anda tam olarak göremiyorum. Yani sevgili dinleyenler, bize de bu statlarda anlatım için o kadar kötü yerler veriyorlar ki, kıyıda köşede... Biz de burada görevimizi yapıyoruz. Mesela şu anda karşımda oldukça heybetli bir bayan var, yani sahayı tam olarak görmem mümkün değil... (Beşiktaş-Antalyaspor maçı, Orhan Ayhan) Pete Williams chessburgerdeki peynir gibi iki oyuncu arasından kayarak smaç yaptı. (İsmet Badem) 4 Eylül 2004 Türkiye - Gürcistan maçında Radyo D spikerinin (Ümit Aktan olması muhtemel) incileri:
- Kaşınıyoruz, adeta kaybetmek için oynuyoruz.
- Para versek yapmazlar bunu, çizgiden kendi ayağıyla çıkardı. (Gürcistan'ın ilk yarıda kaçırdığı net pozisyondan sonra)
- Bu hakemin lisansını carrrttt diye yırtıp atmak lazım. (Türkiye'nin iptal edilen golünden sonra)
- Allah kahretsinden başka diyecek sözüm yok. (Hakem için...)
- Sayın Şenes Erzik siz ne iş yaparsınız. (Şenes Erzik'in de maçı izlediğini söyledikten sonra)
- Gürcistan maçı kazanırsa hakemi sırtına alıp İspanya'ya kadar götürmesi gerekiyor.
- Ot seçiyor, 'buranın çimleri daha iyi' dedi" (Kaleci atışını yapmak istemeyen kaleci için...)
- Haydi Kahveci, söyle kahveyi bitir maçı (Nihat frikik kulanırken...)
- Hakem bitirme düdüğünü çaldı, hakem hem çaldı, hem oynadı bu akşam...
Murat Ünlü radyoda Beşiktaş - Denizlispor maçını anlatmaya çalışmaktadır: İki takım arasında bu sahada oynanan son iki maç ikibiniki ikibinbirde... ikibiriki ikibin iki-iki... ikibir... ikibin ikibinbirde iki-iki, ikibinbir ikibirikide... iki... ikibinikide bir-bir bitti. Yani bir başka deyişle, ikilerin ve birlerin çok olduğu skorlar elde etti iki takım demek daha doğru olur... Bu arada vuruuuş, aut... (Demek istediği şudur: "İki takım arasında bu sahada oynanan son iki maç 2000-2001'de 2-2, 2001-2002'de 1-1 bitti.") Ali Sami Alkış, Telegol'de Galatasaray maçının hakeminin son anda değiştirildiğinden bahseder, "nereden biliyorsun?" diye sorulur:
Ali Sami Alkış: Bazı şeyleri bilirsin ama nereden bildiğini bilmezsin... Farz-ı mahal dünya yuvarlak, bunu bilirsin ama nereden bildiğini bilmezsin...
Turgay Şeren: Niye canım, Robinson Crusoe gitti ya gemiyle, ordan biliyoruz işte yuvarlak olduğunu...




Öyle deme Hulki Bey Amca!

Sonra da neymiş, "Fenerbahçeli kıskançmış!" Ne kıskanması kardeşim! Şahsen ben, her sabah özellikle gazetem FANATİK'te, başta yapılan transferler olmak üzere Fenerbahçe ile ilgili tüm haberleri gördükçe öyle bir keyifleniyorum ki. Laf aramızda sataşmanın sahibi sevgili Adnan Polat'ı da çok severim. İyi bir Galatasaraylıdır. Ama bugünlerde o da çaresiz garibim, ne yapsın. Üstüne üstlük beş maç da ceza yemiş, tutunacak dalı yok. Tek çıkış yolu Fenerbahçe. Arzu ederse buyursun Fenerbahçeli olsun.
(Hulki İlgün - Fanatik)


En iyisi!

Başkası adına düşünmek beni yorar diye hiç düşünmem, yorulayım istemem.
(Vedat Okyar - Vatan)


Boş ver!

Açık seçik yazıyorum:
1-Çocuklar artık, Beşiktaşlı olmuyor.
2-Anneler, babalar, dayılar ve amcalar çocukları Beşiktaşlı yapmak için baskı yapmıyor.
3-Medya dünyasında Beşiktaş'a muhabiri yazar olmak için özel çaba harcayan da yok.
(Kazım Kanat - Sabah)


Bir şey olmaz, korkma!

Dünya standartlarında bir sürü golcünün adı geçerken, geleceğin Fenerbahçesi hala soru işaretleri oluşturuyorsa bizim de daha şimdiden kafamız Arap saçı gibi karma karışık hal aldı.
(Ziya Şengül - Star)


Okey Abi!

Lincoln senin için neden bir risk? Bu sözünü aç ki, hep beraber anlayalım. Ayrıca İstanbul'da seyircili bir hazırlık maçı oynat ki Lincoln Galatasaylı taraftarla tanışma fırsatı bulsun. Bekliyoruz.
(Turgay Şeren - Akşam)


Sen de gelecek misin?

Şimdi diyeceksiniz ki, "Bu sıcakta Olimpiyat Stadı'na kim gidecek?" Elbette siz gideceksiniz ...
(Şansal Büyüka - Akşam)


Diyosun 11!

Yaşlı Feldkamp; Zico ve Sağlam'la giriştiği yarışı bitiremez. 7-8 yıl önce sağlık nedenleri ile bıraktığı antrenörlüğü (saha içi çalıştırıcılığı) çok yakında bırakır danışman olur. O an Feldkamp kararını veren Adnan Polat da köşeye sıkışır.
(Kazım Kanat - Sabah)

Neuchatel bir zafer miydi? m

6 yaşında, kafamın ön camdan çıktığı ve karşıdaki şöförün öldüğü trafik kazası...
29 yaşında, merkez üsse 100 metre mesafede, uykuda yakalandığım 7.4'lük Gölcük Depremi...
30 yaşında, Atlanta-Georgia'da iniş sırasında içinde bulunduğum uçağın kanadına düşen yıldırım...
33 yaşında, İstanbul'da kalkıştan saniyeler sonra sol motora dalarak motoru patlatan ve zorlu bir zorunlu inişe yol açan kuş sürüsü...
37 yılda beni ölüme en çok yaklaştıran bunlardan biri değil, Tanju Çolak'tır.
18 yaşında Ali Sami Yen'de, Neuchatel maçında kapalının göbeğinde Tanju'nun golü sonrası onlarca insanın altında, yukarıdan aşağı üç sıra boyunca yatarken, dakikalarca nefessiz kaldığımda daha çok hissettim ölümü.
30 bin kişilik statta 50 bin kişi vardı o gün. Ve o gün orada yaralanmayan çok az insan vardı.
Biz o günü futbolumuzun en büyük zaferlerinden biri saydığımız için bugün bu durumdayız.
Yan hakemin, rakip futbolcunun kafasının yarılmasında kendimizde suç bulmadığımız için bu haldeyiz.
Maçın tekrar kararı çıktığında, ulusal bütünleşmemizi statlarımızı düzeltmek için değil, kararı geri aldırmak için tesis ettiğimiz için bu haldeyiz.
O parayı atanı değil, cezayı veren UEFA'yı suçlu ilan ettiğimiz için.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun: cumartesi sahada rakip Fenerbahçe değil, Neuchatel olsaydı bugün ne konuşacaktık? Kesin olan şu ki, öyle olsa bugün biz, İsviçre'lilerin bizi nasıl tahrik ettiğinden bahsediyorduk.
Ve herkesi göreve çağırıyorduk. Az ceza almamız için herkes seferber olacak, gerekirse el öpülecek ve bu olayları eleştirenler de vatan haini olacaktı.
Çünkü biliyoruz ki, bu ülkede bir vatanperverlik tarifi sorunu var. Daha iyi, daha medeni, daha zengin, daha güvenli, daha özgür bir ülkede yaşamak isteyenleri vatan haini ilan eden bir vatanperverlik tarifi bu. Ve doğal olarak vatanperverliği nasıl tarif ediyorsak taraftarlığı da öyle tarif ediyoruz.
Halbuki "Biz bunu hak etmiyoruz" demek, sorunu çözmek için çalışmaktır vatanperverlik.

Şanslıyız
Bugün tartışmaya başlamalı ve bu maçı Heyselvari bir başlangıç olarak almalıyız. Bir ölüm yaşanmaması bu 19 Mayıs'ın önemini azaltmaz.
Öncelikle başlamamız gereken nokta, bunun Galatasaray'ın değil Türkiye'nin ayıbı olduğu konusundan birleşmektir. Galatasaray'ı ve taraftarını tek suçlu ilan etmek kan davasını büyütmekten öte bir sonuç yaratmaz. Eski defterler açılır. Gerets'in yarılan alnı, Mondi'nin kafasında patlayan bomba konur önünüze ve tıkanır kalırsınız.
Halbuki bugün herkesin bu olayı Kadıköy'de, İnönü'de, Avni Aker'de ve Atatürkler'de olmuş kabul etme ve aynı derecede utanç duyma günüdür.
Eğer buradan hareket etmezsek sadece büyüyen bir kan davamız olur, o kadar.
"Bu olay Türkiye'de oldu ve müsebbibi bizim insanlarımızdır. Sonuçlarını da biz çekmekteyiz. Biz bunu çözmeliyiz" demek zamanıdır.
Bu büyük utancı sadece Galatasaraylılar değil herkes, Türkiye duymalıdır. Çünkü o atılan taşlardan biri Arda'yı, Tuncay'ı öldürse bunu biz yapmış olacaktık. Eğer Kezman'ı, Inamoto'yu öldürse biz hesap verecektik. Bunun utancıyla yaşayacaktık.
Önlemleri buna göre almalıdır bu toplum. Utançla ama iyiye ulaşacağımıza inançla.
-Suç şahsidir, ceza da şahsi olmalıdır. Sahaya madde atan, tüküren, sürekli ayağa kalkıp küfür eden, stada aşırı alkollü gelen bireysel olarak cezalandırılmalıdır. Bunun için yasaya filan gerek yok. Yolda adamın kafasına taş attığında sen cezalandırılıyorsan, statta attığında da sen cezalandırılırsın. Statları meşru alanlar olmaktan çıkarmak gerek, hepsi bu. Özel yasaya ihtiyaç yok.
Bu işte başka çıkar yol da yok.
Ancak önce utanmayı öğrenmek, ar damarımızı diktirmek gerek.
Neuchatel maçını zafer, İsviçre Meydan Dayağını tahrik sonucu gördüğümüz sürece sorun çözülemez.
Neuchatel maçı büyük bir hezimet ve İsviçre maçı tarihin en büyük utancıdır. Yapan, kimse cezalandırılmalıdır.
Çünkü artık ben ve benim gibiler başkalarının yaptığı rezilliklerin utancını yaşamaktan bıktık.


1 Mayıs ve 19 Mayıs

Maçta beklediğimden az olay oldu. Çünkü hazırlık daha büyüktü. Sahaya açılan güvenlik kapılarının kilitlerinin çıkarılacağı ve seyircinin sahaya gireceği haberi gelmişti misal. Ve beş maçtan fazla bir ceza göze alınmıştı. Bu söyleniyordu.
Aslında çok daha önceye dayanıyor hazırlıklar. Bu maç için konuk takım tribünü daha Vestel maçında yer değiştirdi. Şu andaki yerle kapalı arasında olan boşluk fiili müdahaleyi zorlaştırdığı için yönetim baskıya dayanamadı ve rakip takım alanını yeni açığa taşıdı. Taşıdı ki, savaş rahat çıksın. Sonra gelen uyarılarla eski yerine döndü tribün. Bu haberleri almak için öyle büyük muhabir, müthiş istihbaratçı olmaya gerek yok. Ama nasıl oluyorsa 1 Mayıs'ta olay çıkacak diye şehri kilitleyen, Beyoğlu'nu Filistin'e çeviren valilik bu maçı seyrediyor. Bravo!
1 Mayıs'ta işçileri dövün, 19 Mayıs'ta gençleri birbirine kırdırın. İşte Atam durum budur.


Haydar Dümen Cumhurbaşkanı olsun

Akıl alır gibi değil. Fenerbahçe alkışlanır mı tartışmasından olmuş bunlar. Bu tartışma seyirciyi tahrik etmiş. Bu söyleniyor ve hak veriyoruz hep birlikte. Çünkü gerçek.
Peki normal bir insan böyle bir şeyden tahrik olur mu?
Ya da doğrusu normal bir insan böyle bir şeyden mi tahrik olur?
Hep söyler sosyologlar ve tıp adamları. Bu toplumda cinsellikle ilgili büyük sorunlar var diye. Düşünsenize alkış tartışması bile tahrik ediyor bizi.
O halde Haydar Dümen, Cumhurbaşkanı olmalı. Toplumun ihtiyacı budur.

mdemirkol@milliyet.com.tr

Lefter Stadyumu

Beşiktaş'ın hocası Sağlam mı?

Beşiktaş'ın 1 milyon dolarlık bir hocaya mı ihtiyacı var, 3 milyon euroluk mu? Bu pozisyonun karşılığı ne? Yani Del Bosque mi, Rıza Çalımbay mı? Tigana mı, Ertuğrul Sağlam mı?
Ve yönetim ne oynamasını istiyor takımın? Del Bosque'ninki gibi klasik bir alan oyunu mu, Çalımbay'ınki gibi bir adam adama mı? Tigana gibi garanti mi, Sağlam'ınki gibi hücum temelli mi?
Ne var aklında yönetimin?
Ve Ertuğrul Sağlam... Futbolcu olarak zor gelmişti İstanbul'a. Bir transfer rekoru kırarak. Sonuna kadar hak ediyordu! Büyük oynuyordu Samsun'da. Liberodan santrfora kadar kanatlar hariç her yerde!
Şimdi yine parlak bir performansı var. Yine zor gelmeli İstanbul'a, peşinde koşulmalı. Peki 3 milyon euroluk hocanın yerine 1 milyon dolarlık adam olarak gelmek, neredeyse bir açık indirme sonucu Beşiktaş'ın hocalığını almak gururunu incitmiyor mu?
Hepimiz biliyoruz ki, ne kadar reddedilirse edilsin, eşi hakkındaki tartışmalar oldu yönetimde. Böyle bir ortamda çalışacak olmak ruhunu incitmiyor mu? Biz yanlış bir Ertuğrul Sağlam mı tanıdık! Hangisi doğru?
Ve bilmiyor mu acaba? Beşiktaş'a Seba sonrası yerleşmiş opportunist pragmatist zihniyet aslında onun değil, en azından öncelikle onun değil Gökhan ve Mehmet Topuz'un peşinde. Onu bir hocadan çok bir bilet olarak görüyor.
Sağlam, Kayseri'yle belki şampiyon olabilirdi.
Beşiktaş'la şampiyon olsa ne olur ki! İşte Lucescu. Oldu da ne oldu ki!


Tello'nun uçak korkusu olmasın

Yine son derece sıradan bir oyuncuya, Sttutgart'ın Yıldıray'a vermediği parayı vererek aldı Beşiktaş. Bir bildikleri var mı? Ertuğrul Sağlam onu tanır mı? Kim bilir! Ama en azından bu kez uçaktan korkup korkmadığını araştırmışlardır herhalde.
Delgado'nun korkusunu kaçıncı haftada fark ettiler? Ettiler mi?. E korkuyorsa nasıl oluyor da Arjantin'e gidebiliyor Mathias? Bu uçak korkusu çeşit çeşittir.
Kendimden biliyorum. Karlı havada binemem, yağmurlu havada beynim döner. Hatta havaalanı seçerim. Umalım Delgado'da olan, Tello'da yoktur.

FPRIVATE "TYPE=PICT;ALT="

Kalli'nin kariyeri

Kalli'nin yaşı üzerinden konuşmak hem ayıp, hem ayrımcılıktır. Sir Alex Ferguson'dan sadece 6 yaş büyüktür. Mesele yaşı değildir.
Ama ortada bir sorun var. Sorun Kalli'nin kariyeri. Feldkamp, 90 yılından bu yana sadece Galatasaray ve Beşiktaş'ta çalıştı. 17 yılda 1.5 sezonu yok. Tüm kayıtlarda kariyeri sonlanmış, emekli olmuş görünüyor. Teknik direktörlükle ilişkisi Coşkun Özarı'dan farklı değil.
Teknik direktörlük de futbolculuk gibi form işidir. Kulübede olmak başka bir haldir. 17 yılda 1.5 sezon seviyeden maç izlememiş, birisi ister istemez körelir.
Uzun süre milli takım hocalığı yapmış yani rahat fikstürde mücadele etmiş bir hocanın bile kulüp takımı fikstürüne uyum sağlaması meseledir. Böyle olunca Kalli'yi kulübede sürekli bir teknik adam olarak kullanmak Canaydın yönetiminin yaptığı en riskli iş olur (düşünün artık).
Yazıyı yazdığım sırada Galatasaray, Kalli'nin poziyonunun ne olduğunu henüz açıklamamıştı. Eğer sportif direktör olarak tepede bir akil adam olacaksa her zaman faydalıdır. Ama Terim Milli Takım'ın başına daha yeni geçtiğinde kariyerini noktalamış bir hocanın şimdi Galatasaray'ın başına geçmesi kadar büyük garabet olamaz

KPDS

KPDS sınavı solu sildi
ÖSYM’nin, 6 Mayıs 2007 Pazar günü yaptığı Kamu Personeli Yabancı Dil Sınavı’nda (KPDS) yer alan bazı sorular dikkat çekti. İngilizce’den Türkçe’ye çevirisinin yapılması istenen sorular arasında, “Dünyada, solun dinamik ve ilerici bir güç olarak varlığını sürdürdüğü herhangi bir yer olduğunu düşünüyor musunuz" sorusu yer aldı. Bu sorunun hemen ardından, cevabı “Eski Yunan’da tapınaklar en önemli kamu binalarıydı, çünkü din, günlük yaşamın temel bir parçasıydı" olan soru geldi. Sorular arasında ayrıca, ABD’nin, Arap petrolüne ilişkin politikalarının olumlanması ve Fransız ve Alman anayasalarında “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" ifadesinin yer almamasına yapılan vurgu dikkat çekti.
ÖSYM’nin düzenlediği 2007 Mayıs dönemi KPDS’de yer alan soruların siyasi içerikleri CHP-DSP ittifakının ve solda birliğin önemli gündem maddesi olduğu dönemde tartışma yaratacak cinsten. Sınavda, Sol’un dünya üzerindeki varlığı sorgulanırken, eski Yunan’da dinin, günlük hayatın bir parçası olmasına vurgu yapıldı. Dikkat çekici sorular, İngilizce dilinden sınava girenlere dağıtılan A kitapçığının 38 ve 39’uncu sıralarında şöyle yer aldı:
“38. Do you think there is anywhere in the world where the left remains a vibrant and progressive force?
A) Solun, dünyanın herhangi bir yerinde varlığını sürdüren dinamik ve ilerici bir güç olduğunu mu düşünüyorsunuz?
B) Dinamik ve ilerici bir güç olarak solun, dünyadaki herhangi bir yerde hâlâ varlığını sürdürdüğünü mü sanıyorsunuz?
C) Sanıyor musunuz ki bir zamanların dinamik ve ilerici gücü olan sol, dünyanın herhangi bir yerin-de varlığını sürdürmektedir?
D) Solun, eskisi gibi dinamik ve ilerici bir güç olarak dünyanın herhangi bir yerinde varlığını sürdür-düğünü mü sanıyorsunuz?
E) Dünyada, solun dinamik ve ilerici bir güç olarak varlığını sürdürdüğü herhangi bir yer olduğunu düşünüyor musunuz?
39. Temples were the most important public buildings in ancient Greece, because religion was a central part of daily life.
A) Eski Yunan’da tapınaklar en önemli kamu binalarıydı; çünkü din, günlük yaşamın temel bir parçasıydı.
B) Din günlük yaşamın temelini oluşturduğu için, tapınaklar eski Yunan’da en önemli kamu binaları olarak kabul ediliyordu.
C) Eski Yunan’da günlük yaşamın büyük ölçüde di-ne dayanması, tapınakların neden en önemli kamu binaları olduğunu açıklıyor.
D) Eski Yunan’da dinin günlük yaşamın temel bir parçası olması, tapınakları kamu binalarının en önemlisi haline getirmişti.
E) Eski Yunan’da, en önemli kamu binaları olan tapınaklarda sürdürülen dinî faaliyetler günlük yaşamın en temel parçasıydı." 38’inci sorunun, doğru yanıtı E seçeneği, 39’uncu sorunun doğru yanıtı ise A seçeneği olarak ifade edildi.

“DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ" İFADESİ ALMANYA’DA YOK
Sınavda ayrıca, Anglosakson ve Kelt müziğinin Amerikan uygarlığına katkıları (soru 16), Avrupa Birliği’nin insan hakları, temel özgürlükler ve adil yargılanma hakkı dahil hukukun üstünlüğü temeli üzerine kurulduğunun anımsanması gerektiği (soru 37) gibi ifadeleri içeren sorularının yanı sıra, 62’nci soruda yer alan “Unlike the German and French Constitutions, the Turkish Constitution does not merely characterize the Republic as a social state" (Alman ve Fransız Anayasalarına benzemeyen bir biçimde, Türk Anayasası Cumhuriyet’i sadece sosyal devlet olarak karakterize etmez) ifadesi de dikkat çekti.

ABD’NİN ARAP PETROLÜ POLİTİKASI
Sınavda yer alan bir başka soru ise, ABD’nin Orta Doğu politikalarına gönderme yapıyor. Sınavın 45’inci sorusunda, “ABD, Arap petrolünün serbest akışını sağlamak için askerî güç dahil gerekli her vasıtayı kullanmaya kendini resmen bağımlı kılmıştır." cümlesinin İngilizce’ye çevrilmesinin istendiği sorunun cevabında, “bağımlı kılmak" ifadesinin karşılığında “committed to" ifadesi kullanıldı. Ancak İngilizce’nin yaygın kullanımında, bu ifade “bağımlı kılmakötan daha çok “kendini adamak" anlamında kullanılıyor. ABD’nin petrol politikalarının olumlanması anlamına gelebilecek böyle bir sorunun Kamu Personeli dil sınavında yer alması dikkat çekiyor.

ETİĞİN KÖKENİNDE DİNİ İNANÇLAR
Sınavın 63’üncü sorusunda ise Ataerkil sistemin sadece erkeklerin yönetmesi anlamına gelmediği ifadesinin ardından, söz konusu toplumsal yapının, ebeveynlerin çocuklarına daha fazla yatırım yaptığı bir kültürel rejim olduğu ifade ediliyor. 66’ncı soruda ise, “Although for many individuals, personal ethics are rooted in religious beliefs, this is not true for everyone" (pek çok birey için kişisel etik, dini inançlardan kökünü almasına karşın bu herkes için doğru değildir) ifadesi dikkat çekiyor.

KPDS NEDİR?
KPDS, yaklaşık 25 bin akademisyen, subay, öğrenci ile Türkiye ve yurtdışında çalışan memurların katıldığı, yabancı dil belirleme amacıyla yılda iki kez yapılıyor. ÖSYM’nin kamu personeli için birçok dilde düzenlediği KPDS için hazırlanan klavuzda, sınava kimlerin girdiği şöyle anlatılıyor:
“Sınava, yabancı dil tazminatından yararlanmak isteyen, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu, 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu ve 3466 sayılı Uzman Jandarma Kanununa göre çalışmakta olanlar, kadrolar karşılık gösterilmek suretiyle sözleşmeli olarak çalışan personel ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3/c maddesine tâbi sözleşmeli personel katılabilir. Ayrıca, personelinin yabancı dil bilgisi seviyesini tespit etmek isteyen diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personel de bu sınava katılabilir."(ANKA

fikra

Temel askerligini yunan sınırında yapıyormuş.
Temel'in canı çok sıkılıyormuş.
Yunan'a bir ıslık çalmış elleriyle "Havacı mısın?" işareti yapmış,Yunan aldırmamış.
Bir ıslık çalmış elleriyle "Karacı mısın?" işareti yapmış, Yunan aldırmamış.
Bir ıslık daha çalmış "Denizci misin?" anlamında yüzme işareti yapmış, yunan aldırmamış.
Bir ıslık daha çalmış. El haraketi yaparak "Topçu musun?" demiş, yunan aldırmamış.
Bir ıslık daha çalmış "Gözcü müsün?" anlamında dürbün işareti yapmış, yunan aldırmamış.
Nöbetler degişmiş sıra yine Temel'le Yunan'a gelmiş.
Yunan'a hadi sınıra git demişler yunan da:
- "Ben oraya gitmem. Orada bir deli türk askeri var, bana hava kararınca yüzerek gelip sana bir koyacam gözlerin fırlayacak diyor.."



Laza karayollarını boyama işi vermişler. Laz başlamış çalışmaya. İlk gün tam 200 metre boyamış. İkinci gün 100 metre, üçüncü gün 50 metre. Artık dördüncü gün 10 metre boyayınca amiri Lazı çağırmış:
- Hayırdır evladım iyi çalışıyordun ?
- Ben yine iyi çalışıyorum..
- İyi ama dün 50 metre bugün de 10 metre boyamışsın.
- E... haliyle. İlk günlerde boya kovasına gidip gelmek kolaydı, sonraları çok vakit almaya başladı...



Temelle dursun hayatlarında ilk defa keraneye gideceklermiş. Temel dursuna
- önce birimiz girsin beğenirse öbürüde girer demiş.
Dursun
- tamam demiş ve önce girmiş ve bi kaç saat sora çıkmış.
Temel hemen sormuş
- nasıldı diye
dursun
- valla benim karıdan iyiydi demiş. Sıra Temele gelmiş Temel de işinin görüp çıktıktan sora
Dursun sormuş
- nasıldı diye
Temel:
- Valla haklısın dursun senin karıdan iyiydi
Gümrük kapisinda bir ıngiliz, bir fransiz ve Temel geçmek için
bekliyorlarmis. gümrük görevlileri valizlerini kontrol etmeye baslamis.
önce Ingiliz'in valizine bakmislar. içinden 7 adet don çikmis.
- niye 7 tane?
diye ıngiliz'e sormuslar. o da
- haftanin yedi gün var. hepsi için bir
tane. pazartesi, sali, çarsamba... demis.
- vay be! helal olsun medeniyete, temizlige bak adamlardaki.
sira fransiz'in valizine gelmis. açmislar bakmislar 8 tane don.
- 7'yi anladik da niye 8? diye sormuslar.
fransiz
- pazartesi, sali, çarsamba... hergün için bir tane, bir tane de ne
olur ne olmaz diye yedek aldim demis.
- vay be! adamlardaki temizlige medeniyete bak! demis görevliler.
sira temel'e gelince açmislar bakmislar tam 12 adet don.
- vay be! ne varsa bizim insanimizda var. şu medeniyete, şu temizlige
bak! sormuslar
- neden 12 adet?
bizimki cevap vermis
- ocak, subat, mart,......
Temel, idris ve Dursun fizik dersindeler. Hoca sozlu yapmak icin Dursun'u kaldirmis.
- Kalk bakalim Dursun. Sicak bir gunde arabanla gidiyorsun. Sicak bastirdi. Ne yaparsin?
- Cami acarim, hocam.
Hoca atlamis;
- Hah iste, o camdan giren ruzgarin ivmesi nedir?
Dursun'da yanit yok tabii. Oylece kalakalmis. Sifirini almis oturmus. Bu arada Temel fizikcinin lazlara gicik oldugunu bildiginden sira kendine gelecek diye korkmaya baslamis. Hoca bu kez,
- Sen kalk bakalim, idris. deyince Temel iyice sinmis. Hoca,
- Soyle bakalim idris. Sicak birgun ve arabanla gidiyorsun. Sicak bastirdi. Ne yaparsin?
- Ceketimi cikaririm, hocam.
- Daha sicak oldu.
- Cami acarim, hocam.
- Hah iste, o camdan giren ruzgarin ivmesi nedir?
Idris de yanit verememis ve sifiri alip oturmus. Temel'i iyice bir telas almis. Hoca Temel'e donup,
- Temel, kalk bakalim. Sicak birgun ve arabanla gidiyorsun. Sicak bastirdi. Ne yaparsin?
- Ceketimi cikaririm, hocam.
- Daha sicak oldu.
- Gomlegimi cikaririm, hocam.
- Daha da sicak oldu.
- Pantolonumu cikaririm, hocam.
- Oglum cok sicak oldu.
- Atletimi cikaririm, hocam.
- Oglum yaniyorsun sicaktan.
- Donumu cikaririm, hocam.
- Evladim, ter icinde kaldin.
- Herseyimi cikaririm, hocam.
- Sicak imanini gevretiyo yahu...
- Hocam, bosuna ugrasma, anami da ..kseler acmam o camı...!!!

4 Rahibe ölmüş ve cennet cehennem sınırında sorgulamaya alınmışlar. Sorgulama Meleği demiş
- Şimdi herkes sırayla dünyadayken işledigi en büyük günahı anlatsın. Sakın atmayın tespit ederiz.
1.Rahibe
- Ben hayattayken bir kere penise dokunmustum parmağımın ucuyla
demiş.
Melek
- Hangi parmağınla
deyince sağ elinin isaret parmağını göstermiş.
Melek:
- Tamam yavrum şimdi git ve günahı işlediğin o parmağı yan taraftaki kutsal suya sokarak arın günahlarından
demiş.
2.Rahibe
- Ben hayattayken bir kere penisi tutmuştum
Melek:
- Hangi elinle
demiş. Sağ elini kaldırmış 2.rahibe, Melek de ona gidip o elini yandaki kutsal suya sokarak günahlarından arınmasını öğütlemiş. Bu sırada 3. rahibeyle 4. rahibe aralarında fısıldaşıyorlarmış. Sonra aniden yer değiştirmişler. Sorgulama meleği bunu farkederek:
- Bir dakika ne oluyor, siz niye yer değiştirdiniz
diye sorunca daha önce 4. sırada olup 3. sıradakiyle yer değiştiren rahibe:
- İzin verirseniz, arkadaş kutsal suya g.tünü sokmadan ben bi ağzımı çalkalayıp çıkayım efendim...

Temel yolda giderken bir anlık dalgınlık sonucu karşı yönden gelen bir arabayla çarpışmış.
Hemen arabadan çıkan Temel karşı aracın sürücüsünü kontrol etmiş.
- Geçmiş olsun kardeş birşeyin yoktur umarım.
diyerek karşı tarafın sürücüsünü teselli etmiş.
Bu arada arabasının torpidosundan küçük bir şişe viski alıp diğer sürücüye uzatmış
- İç kardeş rahatlarsın.
demiş.
Karşı aracın sürücüsü teşekkür ederek bir iki yudum almış sonra Temel'e.
- Sen içmiyormusun kardeş.
demiş Temel de
- Ben polisler gelip rapor tuttuktan sonra içeceğim.
demiş.

Temel askerdeyken anneannesi ölmüş temel komutandan izin almak istemiş.
Ve komutan ''sana 3 soru soracağım en az birini bil izin vereceğim sana'' demiş.
soruyu sormuş komutan;
1.karada gider yolcu taşır.
temelde ''otobüs'' demiş.komutanda otobüs olduğunu bildin ama yolcu otobüsü olduğunu bilemedin demiş.
2.soruda şuymuş.havada uçar yolcu taşır demiş komutan.
Temelde uçak demiş.Komutanda uçak olduğunu bildin ama yolcu uçağı olduğunu bilemedin demiş.
Son soruda rayda gider yolcu taşır demiş.
Temelde tren demiş.komutanda tren olduğunu bildin ama yolcu treni olduğunu bilemedin demiş.sana izin yok demiş.
TEMELDE''Komutanım pende sağa pir soru sorabilirmiyim'' demiş. komutanda sor demiş...

()am işaretini göstererek komutanım pu nedir demiş... komutan am demiş...Temelde am olduğunu pildin ama ananın amı olduğunu pilemedun demiş...

Temel ile Dursun can sıkıntısından bir kayık kiralarlar. Balık avlamaya çıkarlar... Bir zaman kürek çekerek açılırlar, derken hazırlıklar biter, oltaları denize atarlar... Atar atmaz balıklar da oltaya takılmaya başlar. Temel ile Dursun'un keyifleri yerindedir...
Temel Dursun'a:
- Ula Dursun haburiya bi işaret kuyalum yarun burayi bulmamuz kolay olur... Derken sahile dönerler, kayıktan inerken Temel Dursun'a gene sorar:
- Ula Dursun işaret koymayi unutmadun değil mi?
Dursun:
- Ula hiç unutur miyum, işaret tamam...
- Nasi işaret koydun?
Dursun:
- Bağa soracağuna kayuğun ucina bak... Çarpi koydum.
Temel sinirlenir:
- Ula o işareti denize yapacağidun kayuğa değil... Ayni kayuğu başkasi kiralarsa gitti baluklar...

Dursun Temel'in kelini ne zaman görse onun kel kafasına takılırmış....
Yine birgün Dursun Temel'in kelini okşayarak:
- Tıpkı benim hatunun k*çı gibi...
Bu duruma artık tahamül edemeyen Temel eliyle kel kafasnı elliyerek:
- Doğru söylüyon aynı onun k*çı
Temel İdris'e:
- Ula idris dun ne oldi pileymusun?
- Ne oldi...
- Pizum kari ile tarlada calisirken pirden bir ayi peydahlandu
- Sonra?
- Yakaladi pizum kariyi...
- Eee?
- çikardi donuni...
- Yapma ya?

- Basladi *ikmeye...
- Sonra?
- Tam o sirada pizum kari osurmazmi pi utandum pi utandum...


Temel ava çıkmış, eli boş dönmemek için kasaptan bir tavşan almış. Fadime,
- Ha pu netur, soyulmuş tavşanı nasıl avlaysun?
- Sevişirken yakaladum, çiyinmeye firsatu olmadu vurdimm onuuu.....

Bir gün Temel ve Dursun bakmışlar Türkiye'de iş yok Almanya'ya gitmeye karar vermişler ama ceplerinde para yok... O zamanlarda Almanya'ya hayvanlar bedava gidiyolarmış, bunlarda neleri varsa satıyolar ve bir inek kostümü alıyolar. Temel öne Dursun'da arkaya geçiyor ve gümrüğe gidiyolar gümrükteki memur bunları bir test edeyim diyor ve ineğin önüne bi tomar saman getiriyor sen gerçek ineksen bu samanları yersin diyor. Temel mecburen yiyor ondan sonra memur bir kova su getiriyor eger sen gerçek ineksen bunu içersin diyor ve Temel içiyor.. Memur bu sefer bi tomar taze ot getiriyo ve ineğin önüne koyuyor Temel mecburen yiyor... Artık Temel şişiyor ve bir lokma bir şey yiyemez hale geliyor. Ama bu sırada Temel başlıyor gülmeye. Dursun merak ediyor. Soruyor ula Temel neden gülirsen. Temel de cevap verir memur bizim gerçek inek olup olmadığımızı anlamak için bir tane öküz getiriyor...



Bir gün bi uçakta çeşitli ülkelerden işadamları Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İranlı, Hollandalı ve Türk, laylaylom gidiyorlarmış.Rus her konuşmasında Rus KGB sinin çok iyi çalıştığını herşeyden haberdar olduğunu çok iyi ajanlarının olduğunu anlatarak yolculuğu iyice sıkmış.Uçak rotasını takip ederek giderken İngiltere'nin üstünden geçiyor. İngiliz şöyle bi aşağıları süzüyor ve lafa giriyor:
- Arkadaşlar,burası benim memleketim İngiltere. Bizim biramız acayip meşhurdur, şahane biralar üretiriz, içmelere doyamazsınız. İngiltere bitiyor, Fransa'nın üstünden geçerken Fransız lafa başlıyor:
- Burası da Fransa. Bizim kızlarımız meşhurdur, öpmelere kıyamazsın. Derken Almanya'ya geliyor uçak, Alman bi iç çekiyor:
- Hey gidi memleket diyor. Biz bi arabalar üretiriz, binmelere kıyamazsınız. Sonra Hollanda'nın üzerinden geçerken Hollandalı bakıyor şöyle bi aşağıya:
- Burası da Hollanda diyor. Ah o güzel evler, bizim evlerimiz meşhurdur... Uçak geçiyor Rusya'ya sonra (nasıl bi rotaysa artık) Rus bakıyor aşağıya:
- Bizim KGB miz meşhurdur. Dünyada sinek havalansa haberdardır. Sonra İran'a dönüyor uçak. İranlı bakıyor şöyle bi göz süzerek:
- Abiler burası da İran bizim de halımız meşhurdur, yumuşacıktır.. Geldik Türkiye'ye... Türk sinirli muhabbetten....mına koyim bakıyor aşağıya, düşün düşün nerden başlasam ki (o kadar çok meşhur şeyimiz var ki en orijinalini söylemeliyim diye) Sonra başlıyor anlatmaya...
- Arkadaşlar burası Türkiye. Bizim delikanlımız çok meşhurdur...Öyle ki; alır Fransız'ın kızını, içer İngiliz'in birasını, atar Almanın arabasına, götürür Hollandalının evine, yatırır İranlının halısında çatır çatır s.ker. KGB nin de bi s.kimden haberi olmaz.

KASIMPASA

SÜPER Lig’de mücadele eden bir takım Kasımpaşa. Bu takımın şaka gibi bir mazereti var. Sıkı durun; çoğunuzun bilmediğini biliyorum. Bu futbol takımının antrenman yapacak sahası yok. Kadir Özcan istifa ettikten sonra üç yerli teknik adam Kasımpaşa’nın bu defosu yüzünden yapılan teklifleri geri çevirdiler, Lorant balıklama atladı. Başka ne yapacaktı ki!

Aslında Kasımpaşa’nın yabancıları fena değil. Ama takım 60. dakikadan sonra stop ediyor. Çok normal, kapalı salonda ağırlık idmanı yapar, minyatür oynarsan, çim sahada pilin de biter enerjin de.

Bütün bunları yazdıktan sonra F.Bahçe nasıl bir takımı yendi? Nasıl top oynadı, neler yaptı daha iyi anlarsınız. Yani anlayacağınız Fenerbahçe, aynı bildiğiniz Fenerbahçe. İlk yarı Kasımpaşa’nın 6 tane pozisyonu var. 18 numaralı bir oyuncuları var, golü atan, Türkiye’de her takımda rahatlıkla oynar. Özellikle de büyüklerde. İyi bir takımda hele deplasmanda çok şey yapar, Şampiyonlar Ligi’nde de. Karşısında Lugano’nun nasıl çaresiz duruma düştüğünü gördünüz. Ama bizim büyükler maalesef yabancı futbolcu transferinde hata yapıyorlar. Özellikle maliyeti düşük futbolcularda.

Alex ve Deniz’in yokluğu sırıtıyor

Tümer "Niye oynamıyorum?’ demesin. Zico dün ona haddinden fazla tahammül etti. "Top gelirse oynarım" diyor. Öyle herkes oynar. Bir tane mücadele ile top almıyor. Boşa çıkıp top almıyor. 20 metre uzaktan gelip, arkadaşının ayağından topu alıp, tekrar 20 metre hücuma kalkmaya uğraşıyor. Alex’in yokluğu Fenerbahçe’de sırıtıyor. İkinci yoklukta sırıtan da Deniz. Tam bir futbol işçisi olan bu oyuncunun oynamadığı zaman, nelerin yapılamadığını daha iyi görüyoruz. Appiah hazır değil. Yani koca orta saha Aurelio’da. O da fazlaca geriye oynuyor. O zaman yük bir tek Vederson’a biniyor. Aslında o da fena oynamadı. Belki rakibin golünde pas ondan geldi ama arkadaşları da o pozisyonda onu anlamadılar. Semih de oynamadığı zaman fazlaca konuşuyor. "Ben birinci adamım" diyor. Eğer birinci adamsan, bu Kasımpaşa maçında tek başına etkili olacaksın, arkadaşlarından fazla yardım almadan. Nerdesin?

Semih kurtarıcı değil

Yok. Semih kötü oyuncu değil. Oyuna sonradan girdiği zaman da iyi şeyler yapıyor. Kulübede de fazla hadise yapmıyor. Ama hiçbir zaman Fenersbahçe’de kurtarıcı olamaz. Üst düzey maçlarda etkili olamaz. Fenerbahçe’nin bu sene Roberto Carlos’tan sonraki en iyi transferi Gökhan. Gökhan nereden geldi? Gençlerbirliği Oftaş’tan. Yani 2. Lig’den. Demek ki, iyi tararsan belli paralara özellikle defans oyuncuları bulabilirsin.

Kaleci, oyun kuran ve gol atan futbolculara büyük paralar verip, alırsan buna kimse bir şey diyemez. Çünkü bunlar özel kabiliyet isteyen yerlerdir. Ama stoperlere, beklere, orta alanda koşan oyunculara da büyük paralar veriyoruz. Özellikle de yabancı haklarını son derece yanlış olarak buralarda kullanıyoruz. Olimpiyat Stadı bildiğiniz gibi aynı yerde duruyor. 80 bin kişilik stada 7 bin kişi gidince ulaşımda fazla zorluk olmuyor. Ama özellikle kasım ayından sonra bu statta yüz felci olma şansınız çok fazla. Zatürree, bronşit, grip de hak getire

Kaliteli Türk Medyası!

Emre'ye, Terim'e yazarken kendimize yani basına dönmeyi ihmal etmemek lazım. Gündem gözümüzü karartmadı merak etmeyin sevgili okurlar. Bugün, sayfalara dökülen ibretlik iki haberi ele alacağız.
30 Ocak 2005 akşamı Pierre Van Hooijdonk, tedavi için Hollanda'da bulunduğu süre içinde basında gönderileceği yönünde haberlerin yer almasını eleştirdiği basın toplantısına ''İyi akşamlar kaliteli Türk medyası'' diyerek başlamıştı.
Aziz Pierre Türkiye'de ilk kez ağzını bozunca bizim medyamızın da sinirleri zıplamıştı. "Vay o kim oluyormuş da basını eleştiriyormuş, zaten gittiği bütün takımlarda problem çıkarıyormuş..." muş da muş... Tüm Hooijdonkseverler, zılgıtı yiyince Hooijdonk düşmanı olmuştu adeta...

Habere bak!
Geçtiğimiz günlerde basına Özhan Canaydın'ın pankreas kanseri olduğu ve başkanlığı bırakacağı yansıdı...
Ertesi gün ise Canaydın sağlık durumuyla ilgili şu açıklamayı yaptı: "Pankreasta bir bölge tespit edildi. Müsait bir yerde olduğu ve taramalarda kötü netice olmayacağı, ameliyatla alınmasının iyi olacağı söylendi. Şimdi düşünüyorum ya ameliyat olacağım ya da olmayacağım. Hastalığımın kötü bir hastalıkmış gibi yansıtılmasını esefle kınıyorum. Sapasağlam ayaktayım ve sorunum yok".
Bir insanın hastalığı üzerinden, onun ve ailesinin neler hissedeceğini düşünmeden yalan haber yapmak, çıkar ummak ne kadar etik? Bu, gazetecilik ilkeleriyle ne kadar bağdaşıyor? Evet, Emre'nin, Appiah'ın yaptığı kabul edilemez, bunu hiçbir gerekçe haklı göstermez! Ancak onlara insanlık, adamlık(!) dersi verenlerin önce kendilerinin bazı dersler alması gerekiyor gibime geliyor... Kabul ediyorum; ülkemiz gazetecilik gerçekliğinde pireyi deve yapma geleneği vardır. Bu durumun çok satmak, çok okunmak kaygısından oluşması ve bu gerçekliğin bana yanlış gelmesi söz konusuysa da bu bir gerçekliktir. Ancak bu durumla meşru her yöntemle mücadele edilmelidir...

Durun! Daha bitmedi...
Geçtiğimiz hafta Takvim gazetesinde manşetten bir haber: Higuain 10 numaraFPRIVATE "TYPE=PICT;ALT="

"...İstanbul Büyükşehir Belediye'nin başarılı teknik direktörü Abdullah Avcı, Beşiktaş'ın Arjantinli futbolcusu Higuain için, 'Türkiye'ye gelen en kaliteli yabancılardan biri' dedi... Avcı, 'Seyrederken büyük zevk aldım. Hazır olduğunda takıma önemli bir güç katacak' diye konuştu.
Avcı gibi Arjantinli futbolcuya tam not veren bir diğer isim de bir zamanlar Beşiktaş'ın formasını giyen İstanbul Büyükşehir'in as futbolcusu Sertan oldu...."

Oysa, oysa!
"Ne var bu haberde" demeyin! Bir dakika...
Takvim'de çıkan haberden sonra, Abdullah Avcı'yı aradım... "Higuain'i çok beğenmişsin" diyerek... Ve bakın Avcı bana neler söyledi:
"Takvim gazetesinden biri beni aradı. 'Çok iyi şeyler yapıyorsunuz, iyi oyun oynatıyorsunuz' diye beni överek; 'Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş'a çok yer veriyoruz, biz sizinle röportaj yapmak istiyoruz' dedi. Ben de Salı, Çarşamba çift antrenmanım olduğunu, Çarşamba günü ararlarsa Perşembe günü olabileceğini söyledim. Çok teşekkür etti. Ondan sonra 'Hafta sonu Beşiktaş'la bir antrenman maçı yaptınız, basına kapalıydı. Higuain için ne söylüyorsunuz' diye sordu. 'Ben 2 tane yeni oyuncu oynattım. Kendi oyuncularıma baktım. Rakip takımın oyuncularına pek bakmadım. Hareketli bir oyuncu gibi gözüküyor' dedim. Sadece buydu söylediğim. Ertesi günü Takvim gazetesinde tam sayfa başlık var: 'Abdullah Avcı, Higuain'e hayran kaldı' diye... Sinan Engin'in de bir demeci var: 'Abdullah Avcı'nın görüşleri bizim için çok önemli' diye. Sertan'ı da aramamışlar. 'Sertan maçta oynadı mı' diye bana sormuşlardı. 'Evet, oynadı. 2. golü attı' demiştim. Ertesi günü Sertan'ın ağzından da 'Higuain 10 numara' diye demeç vardı. Sertan'a sordum, onu kimse aramamış..."
Sonra Takvim'in arşivine girdim. Haberi tekrar okudum. Beşiktaş'la ilgili en önemli haber buydu. Editör manşetlik haber bulamayınca, ne yapsın? Abdullah Avcı'nın ve Sertan'ın ağzından haber yapmış...
Anlaşılan Aziz Pierre hiç de haksız değilmiş!.. ''İyi akşamlar kaliteli Türk medyası''...



Onlar yanlış biliyor!

Geçtiğimiz pazartesi akşamı Santra'da Gerets mi daha iyi hoca, Zico mu, Feldkamp mı tartışması vardı... Tartışma Galatasaray'ın şampiyon olduğu 2005-2006 sezonuna geldi. Galatasaray'ı kimin şampiyon yaptığına... Gerets mi, Fenerbahçe mi?
Bülent Tulun: Gerets Türkiye rekoru kırdı.
Kemal Belgin: Galatasaray'ı Fenerbahçe şampiyon yaptı.
BT: Türkiye puan rekoru kırdı Gerets. 50 senede Türkiye'ye kaç tane antrenör gelmiştir yabancı?
KB: Ooo, kıyamet.
BT: Niye hiçbiri kıramadı da rekoru, Gerets kırdı... 83 puan Türkiye rekoru...
Yukarıdaki yazıda dediğiniz gibi "ne var bunda" diyeceksiniz biliyorum... Hatta çoğunuz "evet 83 puan Türkiye rekoru" diyecek... Çünkü Galatasaray'ın şampiyon olduğu sene birçok Galatasaraylı yazar, muhabir bunu böyle yazdı, söyledi... Bülent Tulun da onlardan duyduğunu tekrarlıyor...
Hayır efendim! Galatasaray ve Gerets 2005-2006 sezonunda Türkiye puan rekoru kırmadı... Türkiye puan rekoru 2002-2003 sezonunda Lucesculu Beşiktaş tarafından 85 puanla kırılmıştı...



2002-03 SEZONU
TAKIMLAR O G B M A Y P
1 BEŞİKTAŞ 34 26 7 1 63 21 85
2 Galatasaray 34 24 5 5 61 27 77
3 Gençlerbirliği 34 19 9 6 76 40 66
4 Gaziantep 34 16 9 9 61 41 57
5 Malatyaspor 34 14 10 10 56 45 52
6 Fenerbahçe 34 13 12 9 55 42 51
7 Trabzonspor 34 13 12 9 44 33 51
8 Ankaragücü 34 15 4 15 44 42 49
9 İstanbulspor 34 12 7 15 42 47 43
10 Denizlispor 34 10 10 14 37 42 40
11 Adanaspor 34 10 10 14 44 54 40
12 Samsunspor 34 10 9 15 42 59 39
13 Elazığspor 34 10 7 17 40 59 37
14 Diyarbakır 34 9 9 16 34 47 36
15 Bursaspor 34 9 9 16 42 62 36
16 Altay 34 9 8 17 48 69 35
17 Göztepe 34 5 11 18 32 57 26
18 Kocaelispor 34 6 4 24 32 66 22







Geçmiş olsun!

Maçı yazabilecek miyim, yazamayacak mıyım bilemiyorum... Çünkü hakikaten başım ağrıyor.
(Mustafa Denizli - Milliyet)



Olsun Abi!

Gelelim sana Emre; daha futbolunun başındasın Emre. İngiltere'ye gittin güzel de, ne yaptın orada bir kendi kendine sorsana. Bir takımda varsın, bazen yedek soyunuyorsun, bazen de onsekiz kişilik kadroya almıyorlar seni. Ben Profesyonel Futbolcular Derneği Başkanıyım Emre. İnönü Stadı'nda kapımızdan içeri giren, Atatürk'ün veciz sözüyle karşılaşır. Hem de kocaman panoyu kaplayan bir yazıdır bu. Ne demiş ulu önderimiz "BEN SPORCUNUN ZEKİ, ÇEVİK VE AYNI ZAMANDA AHLAKLISINI SEVERİM" Şimdi sen bu sözlerin hangi bölümünü kendine yakıştırıyorsan onu alnına yaz ve öyle dolaş.! Bugüne kadar gelmiş geçmiş Türk Milli takım kaptanlarından hiç birimiz senin yaptığın bu çirkin hareketi yapmadık. Sen bu çirkinliğinle Türk Futbol tarihine de geçtin. Yazıklar olsun sana Emre...
(Turgay Şeren - Akşam)



Mantık kaçtı?

6 tane gol atıldı. 6-0. Ya bir de seyircili olsaydı? 12 garanti. Seyircisiz 6 oluyorsa, seyircinin teşviğiyle 12 olacak demektir.
(Osman Tamburacı - Verkaç, Fox TV)



Siz olun o zaman!

Devre arasında Mehmet Yıldız'ı alan takım şampiyon olur.
(Sivasspor Teknik Direktörü Bülent Uygun)



Lincoln'ü tanıyalım 8:

LİNCOLN'ün, Almanya'daki suç dosyası yapraklara sığmaz. 2005'de Almanya Lig Kupası finalinde Stuttgartlı rakibi Tomas Hitzlsperger'in suratına tükürdü... 4 maç ceza aldı! Geçtiğimiz sezon Leverkusenli milli futbolcu Bernd Schneider'e tokat attı... 5 maç ceza yedi! Lincoln'ün bu son hareketi ve 5 maç ceza, şampiyonluk savaşı veren Schalke'yi zora düşürdü. Alman medyası ve taraftarlar kaçan şampiyonluğun faturasını Lincoln'a kesti. Ve Schalke artık Lincoln için bitmişti. Ülkesine gitti, menajeri Andreas Müller'i arayarak noktayı koydu... Almanya'ya dönmek istemiyorum!
(Korkut Göze - Hürriyet)



Sen bilirsin!

Fatih Hoca'ma şunu sormak isterim. Yarın bir gün işler ters giderse, biz hesabı İçişleri Bakanlığı'ndan mı soracağız, Dışişleri Bakanlığı'ndan mı soracağız? Yoksa Portekiz Milli Takımı Teknik Direktörü'nden mi?
(Erman Toroğlu - Hürriyet)

İlginç rekorlar ve sayılar

İlginç rekorlar ve sayılar

Ayakta durma rekoru
Swami Maujgiri Maharji adlı Hintli 1955 yılından 1973 yılının kasım ayına kadar tam 17 yıl boyunca ayakta durdu. Bir süre içerisinde uykusu geldiğinde bir yere dayanması yeterli oluyordu.

Ayakkabı parlatma rekoru
18 Mart 1989 Günü Londra'da 4 Genç boyacı sekiz saat içinde tam 11 bin 651 Çift ayakkabı boyadılar..

Şişe koleksiyonu
George E.Terren adlı Amerikalı 1 Mart 1988 tarihine kadar tam 29 bin 508 adet şişe topladı..

Bir motosiklette en çok kişi
11 Kasım 1987 tarihinde, Avustralya'da bir motosiklet kulübünün tam 46 üyesi 1000 cc kapasiteli bir tek motosiklete binerek 1700 km yol almaya başladılar

Diğer rekorlar
Dünyanın en şişman kadını 1972 yılında ölen Percy Pearl Washington'dur.Hastaneye kaldırıldığında 400 kiloydu.
Dünyanın en uzun boylu insanı 1918'de ABD'de doğan 2.72 metre uzunluğundaki Robert Waldow' dur.
Dünyanın en kısa boylu insanı 1876'da Hollanda'da dünyaya gelen Pauline Musters'dır. Doğduğunda boyu 30 santim idi. 1895'te öldüğünde ise 59 santim.
Dünyanın normal boydaki en zayıf insanı 1977'de 83 yaşında öldüğünde sadece 15 kiloydu.
Fas'ın eski imparatorlarından Muley İsmail'in (1672-1727) 548'i erkek, 340'ı kız olmak üzere 888 çocuğu vardı.
Dünyanın en şişman erkeği 1941' de doğan Jon Brower Minnoch' tur..1978 yılında hastaneye kaldırıldığında 635 kilo olan Minnoch, 1983'te 42 yaşında hayatını kaybetti.
Rus çiftçi Feodor Vassilyev' in karısı, 1725-1765 yılları arasında yaptığı 27 doğumda 69 çocuk dünyaya getirdi. Bunların 16'sında ikiz, 7'sinde üçüz, 4'ünde ise 4'üz doğurdu.
Avustralyalı Les Stewart 16 yıldır daktilonun başında oturuyor ve sürekli sayıları yazıyor. Hiç durmadan 1'den 1 milyona kadar sayıları yazan Stewart, bugüne kadar 19 bin 990 adet kağıt kullandı, bin adet şerit değiştirdi ve 7 daktilo eskitti.
36 yaşındaki Japon Takisu Matarona böcek tutkunu. Takisu geçen yıl bir hamamböceğine 3 milyar lira ödeyerek rekor kırdı. Dünyanın en pahalı hamamböceği artık Takisu'nun.
İngiliz Kevin Thackwell evinin dışını 20 milyon adet mandalla kapladı. Thackwell sarı ve yeşil mandalları yapıştırmak için 2 ton yapıştırıcı kullandı.
Alman Heino Monster dünyanın en küçük dergisini çıkarıyor. Mahalle dedikodularını yazdığı haftalık dergi 3.5x2. santimetre boyutlarında.
Brezilyalı öğrenci Tobiaz Couso okulda bir hafta içinde farklı nedenlerden dolayı 120 arkadaşını dövdü. En kavgacı çocuk olarak rekorlar kitabına giren Tobiaz bugüne kadar 20 okul değiştirdi.
Çikolata meraklısı Amerikalı Fiona Kingsten dünyanın dört bir yanından 2 bin değişik çikolata topladı. 30 yıldır çikolata biriktiren kadın çikolatalar kurtlanmasın diye özel bir bakım uyguluyor.

İlginç bilgiler
1. Saniyede bir sayı söyleyerek ve günde 7 saat sayarak 1 milyara kadar saymak isteseydik, bunu ne kadar zamanda yapabilirdik?
Cevap: 60 . 60 . 7 . 365=108.7 sene.
2. 9' un 9. kuvvetinin 9. kuvveti, yani, sadece üç rakamla ifade edilebilen en büyük sayıdır. Bu sayıyı henüz kimse hesaplayamadı.
Cevap: 369 milyon basamaklı bir sayıdır.
3. 1729, iki kübün toplamı olarak iki ayrı biçimde ifade edilebilen en küçük sayıdır.
Cevap: 1729=103+93 = 123+ 13
Bunu ilk fark eden Hintli matematikçi Ramanujan' dır.
İlginç olan bu işlemi daha sayıyı duyar duymaz zihninden yapmış olmasıdır. Bu sayıya Ramanujan Sayısı denir.
4. 1 ve kendisinden başka sayılara bölünemeyen pozitif sayılara asal sayı denir. En küçük asal sayı 2 dir. Bilinen en büyük asal sayı 2127-1 'dir. Bu sayı 39 basamaklıdır.
5. Googol nedir?
1 den sonra 100 sıfır yazılarak elde edilen sayıya bu ad verilmiştir (yani, 10100 adet 0). Şimdiye kadar isimlendirilen en büyük sayılardan biridir.
Googolplex, googoldan da büyük bir sayıdır. Bir googolplex 1 den sonra bir googol sıfır yazılarak elde edilen sayıdır. Bu sayıyı yazmak için Dünya-Ay arası uzaklığın yetmeyeceğini iddia edenler var.

Terim'in değil, halkın takımı

Bir gazeteci olarak, basının kimi zaman yanlı, kimi zaman gerçek dışı, acımasız, abartılı yazılarına tavır aldığımı, sözümü sakınmadan eleştirdiğimi yazılarımı takip eden herkes bilir. Bunun, hayata yansıması ne kadar da az olsa, hepimize öğretilen meslek ilkelerinin dışına çıkılmasına karşı bir tepki duymamla yakın ilgisi vardır. Kabul ediyorum; ülkemiz gazetecilik gerçekliğinde pireyi deve yapma geleneği mevcuttur.
Hafta sonu oynanan maçlar yeni bir gündemi yaratsa da ben haftanın ilk Yakan Top'unda geçen haftaya dönmekten yanayım. Malum Macaristan maçında Emre'nin yaptıkları hem mesleki duyarlılıklarımız gereği, hem de kulüplerin düşük yoğunluklu gündemlerinden dolayı geniş yer buldu. Detayları sağır sultan bile duydu, tekrar dile getirmeyeceğim. Ben bu olay vesilesiyle kişisel görüşlerimi yazacağım.

Huylu huyundan vazgeçmez
Bir ülkenin milli takımı, tüm kulüplerden üstündür. Çünkü tüm o kulüplerin ve oyuncuların bütünüdür. Ancak 2005 yılının ortalarından bu yana Türkiye Milli Takımı'na baktığımızda ne bir kulüpler bütününden söz edebiliriz, ne de onun sadece futbolu temsil ettiğinden... Ersun Yanal'ın görevine son verilip Fatih Terim'in göreve getirilmesinden bu yana futbol gündemimiz yeniden Terim makyavelizmiyle çalkalanıyor.
İsviçre maçlarından sonra yaşananlar malum... Terim burnu bile kanamadan İsviçre kazasından kurtuldu. Kimilerini durultup uslandıracak İsviçre maçı sonrası ve cezaları Terim'i zerre etkilememiş. Huylu huyundan vazgeçmez misali futbol gündemimize yeni krizler eklemekten çekinmiyor Milli Takımlar Baş Danışmanımız. İsviçre'deki maçın ardından özellikle Vogel'in kendisine küfretmesini gurur sorunu haline getiren Terim, rövanş maçında neler organize ettirmişti hala akıllardadır.
Gürcistan'la yapılan dostluk maçında bile futbolcularını birer canavara dönüştüren bu kültürün mazereti hazırdı: Attıkları gole çok sevinmişlerdi. Sanki ne kadar sevineceklerini Terim'e soracaklarmış gibi... FIFA ve UEFA kurallarının yanı sıra yazılmamış Terim kurallarına göre de oynanacak sanırız bu güzel oyun. Terim kurallarıyla oynandığında güzel oyun kelimesi ne kadar anlamsız bir tanımlama oluyor oysa ki...
Macaristan maçından sonra tüm basın Emre'ye yükleniyor. Ben de eleştiriyorum, asla hoş görmüyorum; ama Terim'in elinde gözlerini açan Emre'den de başka bir şey beklemiyorum doğrusu. Hasan Şaş'ın siniri, Emre'nin, Hakan Şükür'ün dalaşmacı futbol kültürü dört yıllık Terim futbol tedrisatının yan etkileridir. Savaşarak futbol oynamayı farklı dillendirme şeklidir. Ben hepimizin sandığımız milli takımın böyle yönetilmesini içime sindiremiyorum.

Terim'in dersleri
Malta maçının ardından, haliyle başlayan sert eleştiriler Terim'in haliyle zoruna gitmiş. Sadece onun değil en değerli öğrencilerinin deÖ Terim, "Ders almam, ders veririm" derken Hakan Şükür, "Beni eleştirmeyin Allah'ın gücüne gider" diyebilecek kadar ileri gidiyor. Bu nasıl bir ego şişmesidir böyle? Bu nasıl bir omuzlarda taşınma tutkusudur?
Terim'in derslerini biliyoruz şükür ki... Terim'in dersleri deyince benim aklıma koridorda adam dövmek, suçu yardımcılarına atıp aradan sıyrılmak, söylemde 'tüm sorumluluk benimdir' deyip sahte bir kol kanat germek geliyor aklıma. Meslektaşı hakkında, "Benim ülkemde hiçbir yabancı benimle böyle konuşamaz!" diyebilecek kadar ileri giden ismi lazım gelmeyen düşünce kırıntıları geliyor aklıma. Terim ders verecekse ben almıyorum...
Malta maçının ardından gelen eleştirilere karşı vicdanlı olunmasını buyuruyor Sayın Terim. Yoksa? Yoksa Emre'nin kolu hepimize döner böyle işte. Terim'e soruyorum:
Bülent Korkmaz'dan kendisine kulüp bulmasını istediğinizde ve kulübünde satıştan kaldığında mecburen kadroya aldığınızda ne kadar vicdanlıydınız? Orada durumlar vicdanla açıklanabilir miydi? Bazı görevler karşısında vicdan geçersizdir...
Sizin maaşınız zerrece umurumda değil. İstediğiniz kadar zam da alabilirsiniz; ama maaşınızın yüksek olmasının bir sebebi de mesleğinizin tam da böyle zorluklar içermesidir. Bunları görmezden gelmiyorum ve soruyorum; tüm bunlara karşı yetersizliğin ifadesi olan ağız dalaşıyla yola devam edecekseniz sizin o çok övülen liderliğinizin özellikleri nerelerde gizli? Ve sizi nasıl bir el kolluyor ki Ersun Yanal bir beraberlikle tefe konulurken, siz Norveç, Bosna ve tabi ki Malta'ya puan kaybettiğinizde eleştirilince biz hain oluyoruz?
Sayın Terim, kriz yönetimini iyi biliyormuş. Doğrudur. Malta maçı gibi bir sıkıntıyı yaşayan, arkasından onca eleştiriyi işiten bir takımın Macaristan maçında çok daha büyük sıkıntılarla karşılaşması muhtemeldir. Fakat keşke Sayın Baş Danışman, yönetmek için heveslenip yeni krizler çıkarmasa...
Oysa motive olmak için her şey mevcut. Karşınızda bir rakip, gidilecek bir şampiyona ve alacağınız yüklü miktarda primler. Anlaşılan bunlar yeterli gelmemiş ki bir iç düşman yaratılmaya soyunulmuş. Bu şimdilerde Türk basını... Geçmişte Cecchi Gori'ydi; belki de yarın UEFA olacak... Bekleyelim ve görelim...

İstemiyorum!
Ben kulüplerin ve kişilerin üstünde, ülkenin tüm futbolseverlerini kucaklayan bir milli takımı destekliyorum... Bu milli takım benim ve daha birçok kişinin milli takımı değil. Bunu görüyorum.
Bu milli takım Hakan Şükür'ün. O derece onun ki oynatmayan hoca gider, yenisi gelir. Bu milli takım Emre'nin. Hepimize kol gösterir. Daha kötülerinden sakınalım. Ve bu milli takım Terim'in. Geldiği günden bu yana milli takım her türlü cezai süreçlerin, kavgaların ve kuşkulu bakışların odağındadır...
Ben herkesin milli takımını destekliyorum. Ve yaşadığım, kendimi ait hissettiğim bir milli takımın daha fazla kriz üretmesini istemiyorum. Bunu sağlayacak olan şey 2008'e gidememekse ona da razıyım. 2006'ya gidemedik akıllanmadık. Belki 2008 aklımızı başımıza getirir ve bir takımın görevinin oynamak, bir hocanın da oynatmak olduğunu anlarız. Ve bir kupa finali izlerken, yorumcu Terim'in UEFA finali anılarını artık dinlemek de istemiyorum.






Hı hı!

Karar doğru mu değil mi, bilmiyorum. Ancak Macaristan 11 kişi de olsa yine yenerdik.
(Fatih Terim)






Söz mü?

Bundan sonra Moldova dahil hiçbir takım için "yeneriz" lafını kullanmayacağım. He he he!
(Hıncal Uluç - 90 Dakika, NTV)





Daha ne yesin?

Galatasaray 7. gole Hasan'la yaklaştı. Ama Özden "bir gol daha yemem" dedi.
(Ender Bilgin, Galatasaray-Konya maçı, Lig Radyo)





İmparator ne de olsa!

Engin bir insan sevgisine rağmen Fatih Hoca ile ilişkileri sürdürmek pek kolay değildir... Biat edilsin ister, ne diyorsa yapılsın ister... Herkes ekseni etrafında dönsün ister...
(Şansal Büyüka - Akşam)





Unutma, unutturma Abi!

Türk Milli takımının teknik direktörü bugün sensin, dün Ersun Yanal'dı. Daha önce bu takımı dünya üçüncülüğü unvanını kazandıran Şenol Güneş'ti. Söylemek istediğim şu; Bir teknik direktör takımının başında devamlılık sağlayabilmesi için maç kazanması lazımdır. Fatih sen de uzun yıllardır teknik direktörlük yapıyorsun. Milano'da peş peşe iki maç kaybettin, Türkiye'nin yolunu tuttun. Galatasaray'a geldin, 29 milyon doları sokağa attırdın, başarısız oldun. Rizespor'dan, Kupa maçında beş gol yedin ve Atatürk Stadı'nın soyunma odasına ceketini asıp evinin yolunu tuttun.. Bunları da hep beraber yaşamadık mı Fatih?
(Turgay Şeren - Akşam)




Bkz: İsviçre maçı!

Ben kriz yönetimini üstlenmek zorundayım. Ben bir liderim. Bir kriz vardı ve o kriz doğru yönetildi.
(Fatih Terim)




Yeni mi gördünüz?

Aferin Emre, bizlere gerçek yüzünü gösterdin.
(Türkiye Spor Yazarları Derneği bildirisi)



Onu andın bu gece...

Sivassporlu Hayrettin'i fark edip Milli Takım'a alan Fatih hocayı kutluyorum. Sevgili başkanımız anımsayacaktır. İki yıl önce bu futbolcuyu kendisiyle buluşturmama rağmen, aldıramamıştım. Ne diyelim?.. Kulakları çınlasın!...
(Ergun Gürsoy - Hürriyet)

FATIH TERIM

Terim bunu hak etmiyor1- Bosna Hersek'ten yediğimiz son dakika golünün aynısını Malta'dan ilk gol olarak yedik. Bosna Hersek'ten golü yediğimiz dakikada da 2. golü.
Bu golleri Fransa'dan, İtalya'dan yemiş olsak 'Çalıştık, bu hatalara konsantre olduk, ama beceremedik' diyebiliriz. Ama Bosna ve Malta'dan üst üste yediğimiz zaman mazeret olamıyor.
2- Romanya elini kolunu sallayarak orta sahamızı geçip savunmanın arkasına sarktı. Rakibe baskı yapamadığımız, önde basamadığımız, onları bozamadığımız için. Aynı orta saha göbeğiyle Malta karşısına çıktık. Emre'nin fiziksel durumu, son bir senedir oynadığı maç sayısı, kilosunu bir kenara bırakın (sadece bunlar bile sahada olmasını manasız kılıyor ya neyse) Hamit de, Emre de burada ancak defansif bir oyuncuyla misal Deniz'le, daha iyisi Ayhan'la oynayabilir. Ama ikisi aynı anda sahada. Bu temel futbol ilkelerinden kopuş demek. Bu o kadar yumuşak bir göbek ki, Hamit ve Emre maç boyunca birer faul yapmışlar.
3- Bu kadar kapalı oynamaya çalışan bir takıma karşı uzaktan şut atmak gerekir. Peki kaç şut atmışız. Sadece 1 (bir).
4- Marco Aurelio neden Türk Milli Takımı'nda oynuyor? Çünkü çok iyi bir iki yönlü orta saha oyuncusu. Bir çoğuna göre bu özelliklere sahip en iyi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Peki o yokken neden ona yakın özellikte bir oyuncu oynamıyor? Ayhan, Deniz, Serdar Kurtuluş, Hüseyin vs. Eğer bu özellikler sahip bir oyuncu olmadan oynayabiliyorsak, neden Brezilyalı bir oyuncuyu devşiriyoruz?
5- Geri 4'lüde top yapabilen oyuncu yok. Orta sahada ise sadece derinlemesine oynayabilen 3 oyuncunun yanında bir tek Emre var. Hakan eski topa yapışan arkadaşlarına zaman veren Hakan değil. Peki nasıl bir baskı kurulacak rakibe? Aynı zamanda geri 4'lünün savunma yönündeki zaafları da ortada. Orta sahada bir direnç olmadığı gibi, topa da sahip olamıyor. Peki topu nasıl uzak tutacağız rakipten?
6- Milli takımın kalecisi kim? Ya da hani 1 numaralı tercih her şartta Rüştü'ydü.
7- Ve en önemlisi: Bizim takımlarımız sadece savaştığı, sahada futbol anlamında kavga ettiği zaman başarılı oldu. Son Dünya Kupası ve devam etmekte olan Avrupa Şampiyonası gösterdi ki basketbolda da durum bu. Terim, UEFA Kupası'nı bu ülkeye getirirken de böyle oynuyordu Galatasaray. Yılmadan rakibi ısırıyor, bozuyordu. Bunu yaptığı zaman farklı oldu Türkler ve herkesin saygısını kazandı. Terim bunu yapabildiği için futbol tarihinin hâlâ ve ne olursa olsun bir numarasıdır. Ama tarihte kalmak üzere. Bu yöntemi keşfetmiş olan teknik adam, kendi metodunu durup dururken terk etti. Bu kadar light bir takımın üst üste sahaya sürülmesini başka nasıl açıklayabiliriz ki? Bu yöntem doğruysa, UEFA'yı kazandıran mı yanlıştı?
Fatih Terim bu takımın başına bizi Dünya Kupası'na götürecek diye getirildi. Gidemediğimiz gibi, futbol tarihimizin en büyük rezilliğini İsviçre karşısında yaşadık. Şimdiyse sadece maç kazanamıyor değiliz, sadece Avrupa Şampiyonası tehlikeye girmiş değil... Türk futbolunun devrimcisi, hepimizi peşine taktığı metodunu terk etti. Bu Türk futboluna, şampiyonaya gidememekten çok daha büyük bir darbe.
Hızla eskiye, 20 sene öncesine dönüyoruz. Terim'in futbolcu olduğu dönemlere.
Terim'in bile 'Terim'e bunu yapmaya hakkı yoktur.
Ne Terim bunu hak ediyor, ne de biz!
Emre'siz bir mili takım

Bir performansı eleştirmek o performansı sergileyen kişinin hayattaki varlığını, yaptığı her şeyi eleştirmek anlamına gelmez. Bu yüzden Emre'nin Malta maçından sonra "Bu ülkenin yaşadığı başarıların hepsinde biz varız" açıklaması manasızdır. Bu söyledikleri büyük bir yetenek olan Emre'nin hayatı anlamada yaşadığı güçlükleri de anlatıyor aslında. Bunun sonucu olarak neden 4 yıldır sıfır performansla oynadığını!
Emre'nin milli takıma katkısı sıfır. Oynadığı kulüplerde vazgeçilmez olamıyor. Sürekli hocasının bile anlamadığı sakatlıklar yaşıyor.
Ne Inter, ne de Newcastle'da direkt oyuncu olamadı. Olağanüstü yeteneklerine rağmen manşetlere futboluyla değil, önce İsviçre maçındaki olaylar, sonra da 'Irkçı tavırlar' soruşturmasıyla çıktı. Her seferinde ülke halkından yardım istedi ve tüm ülke ayağa kalktı. Peki bunların sonunda Emre'de bir geri dönüş var mı?
Hayır, gün geçtikçe daha sıradan bir futbolcu oluyor. Maalesef ne acı ki bu böyle!
Ve bu performans ortadayken Emre vazgeçilmez olduğunu, eleştirilmez olduğunu düşünüyor!
Emre çok zamandır, performansı açısından güvenilmez bir oyuncu. Bir milli takım onun geçmişteki, 6-7 yıl önceki performansına göre şekillendirilemez. Artık milli takım o yokmuş gibi kurulmalı. O ve Yıldıray'a göre şekillendirilecek bir takım yarı yolda kalır. Çünkü ne zaman sağlıklı olacaklarını bilmek olanaksız?
Peki bunu Terim yapabilir mi? Galatasaray'a geldiğinde hiç düşünmeden İlyas ve Ceyhun'u silebilen Terim bunu bugün niye yapamıyor? İkinci Galatasaray seferinde Hakan'ı istemeyen Terim, 4 yıl sonra nasıl oluyor da Hakan'sız bir milli takım yapamıyor? Bu takım futbol performansı kriterlerine göre mi yapılıyor, yoksa başka faktörler mi var?

Yine yeniden sonuna kadar

Ben yazmaktan sıkılmayacağım. Düzelene kadar. Böyle milli takım forması olmaz. Maçı 30. dakikada seyretmeye başlasanız, pilot çekimde hangi takım Türk Milli Takımı anlamanız 10 dakika sürer. Biz bembeyaz bir forma giyiyoruz, onlar kıpkırmızı. Türk Milli Takımı'nın kolay ayırt edilen alameti farikası olan bir forması olması lazım. Bunun için önerdiğim Turkuaz formayı Fenerbahçe'nin giymiş olması, bu fikri kullanılmaz kılmaz. Ama giyilmesi gereken asıl forma, göğüs bantlı klasiktir. Bir an önce Türk Milli Takımı'nın forması değiştirilmeli.

Ben size Macarları yenemezsiniz demedim...

Gera oyundan atılmış. Terim 4. hakemin üstüne yürüyor: Elini kaldırıp iki ve kart hareketleri yaparak. Atılmış adamı bir defa daha attıracak. Hakem 'atıldı gidiyor' diyor muhtemelen. Çünkü Gera'yı gösteriyor da anca sakinleşiyor Terim. Hadi heyecanına verelim hocanın. Unutalım geçmişteki olayları. Rakibe zaten verilen kırmızı karta bu kadar kendini kaybeden hocam, penaltı ve Hakan'a kırmızı kart çıksaydı ne yapardı? Düşünmeyelim. Ama işin futbol yönünü düşünelim. Malta'dan yediğimiz golün aynısı sonumuz oluyordu neredeyse. Faul yap, sonra uyu. Bir de bak ki, rakip kalecinle karşı karşıya. 3 günde aynı acayip pozisyondan 2 tane veriyoruz. Alın size ders!.

'Ders almam ders veririm'
Biz öğrenmeye açığız. Ama sorarak öğrenmek en iyisi. Soralım o zaman: Malta maçındaki kadro nerede? Toraman neden yedekte? Forvet hattı tamamen neden değişti? Ayhan neden 11'de. Hamit neden orta sahanın göbeğinde değil. Doğrusu buysa. Ders nerede?
Türk Milli Takımı, Dünya Kupası katılımcısı olmayan tek grupta mücadele ediyor. İskoçya, Polonya, İrlanda, Romanya gibi yüksek formlu takımlar da yok grupta. Ne var peki Mhyre, Nikopolidis, İskoç hakem Dougal...
Peki futbol var mı? Kurtarıcı bir İmparator olan Terim'in bildik sihirli dokunuşları var mı?
Yok! Peki ne var! Özlü sözler: "İntikam almak istiyorsanız 2 mezar kazmalısınız". Vay anam vay! Bir sonraki basın toplantısında düelloya davet edileceğiz sanırım. Sonra da silah seçimi olacak herhalde.
Başka ne var! 3 maç seyircisiz. Sorumlusu kim! Federasyonun maç öncesi yaptığı 'itidal çağrısı'na bakılırsa sorumlu seyirci. Halbuki İsviçre maçında seyirci ne yaptı ki! Sahada, kulübede hâlâ sorumlular. Gera'nın atılışından sonra çıldıran hocam ve golden sonra basın tribününe 'hareket çeken' kaptanım. Ah benim güzel milli takımım.

Terbiyesizliğin kaptanı
O terbiyesiz adam 27 yaşında. 11 yıldır uluslararası arenada. 2 büyük ligde oynadı. 44 kez A Milli. İsviçre maçında rakip kovalayan, İngiltere'de hakkında ırkçılık soruşturması açılan, nihayet sahada milli formayla ve kaptanlık bandıyla hareket çeken adam benim milli takımımın kaptanı. Özür dilemiş. Tıpkı TSYD'nin açıklamasındaki gibi ben de kabul etmiyorum.
Eğer bu ahlak yoksunu adam, bir daha milli takım forması giyerse, onu çağıran da bu suça, bu terbiyesizliğe ortak olacak. Eğer bu adama bir ceza verilmez üstüne de prim alırsa bu ahlak yoksunluğunu federasyon da üstüne alacak. Ya maçı kaybetseydik ne olacaktı? Kime çekecekti o hareketi, koridorda Macar mı kovalayacaktı? Yoksa mixed zone'da muhabir mi dövecekti? Onu İngiltere'de buradakinden 5 kat fazla eleştiriyorlar. Yapabilecek mi oradaki basına aynı şeyi? Bekliyorum. Bir gün oynarsa görürüz herhalde.
Bu kadarla bitiyor mu?
Bir milli takım düşünün:
1- Oyuncuları basına, dolayısıyla halka konuşmuyor.
2- Galibiyet primlerini kendileri belirliyor.
Yani hesap vermek, açıklama yok. Hakaret, ölüm tehdidi çağrıştıran açıklamalar, terbiyesizce el-kol hareketleri var. Acaba hayatları boyunca babalarından alabilmişler mi istedikleri parayı? Ya da kulüpleri hiç onlara primi siz belirleyin demiş mi? Kimin parası o? Ve eğer 65. sıradaki Macaristan'ı yenmenin ödülü açık çekse, 115. sıradaki Malta'yla berabere kalmanın cezası ne? Ya da yarın öbür gün Dünya Kupası'nı kazanırsak Boğaz Köprüsü'nü mü vereceksiniz oyunculara? Ve o zaman biz eleştiride bulunduk diye Taksim Meydanı'nda asılacağız herhalde.
Baksanıza bazılarını eleştirmek şimdiden 'günah' statüsüne girdi bile.
Ah benim Milli Takımım.
Tebrikler. Macaristan Zaferi için.
Ama ben size Macaristan'ı yenemezsiniz demedim ki...

DERS ALA ALA PROFESÖR OLDUK!..

SON 15 yıldır Milli Takım’ı bu kadar kişiliksiz, şahsiyetsiz ve aciz oynarken görmedim. Fatih Terim kriz yaratırken, krizin göbeğine düştü. Şimdi bir tek alternatif kaldı; Norveç’i yenmek. Yener miyiz? Yeneriz. Ama böyle bir oyunla değil.

90 dakika poziyonları saydım, dakika 65’ti Yunan takımının 11 tane kaçırdığı gol vardı veya Volkan’ın kurtardığı... Bizim pozisyonlar mı hak getire... Gören varsa söylesin. Moldova’da taçtan gol yiyoruz. Duran toptan pozisyon yiyoruz. Hem Moldova’da, hem dün gece taş devrinden kalma ofsayt taktiği yapıyoruz. Adamlar, gol attıkları pozisyonun kopyalarını golden evvel 4 tane denediler ve kaçırdılar. Ve biz akıllanmadık.

Bunları Fatih Terim mi uygalattırıyor yoksa futbolcular kendi kafalarına göre mi yapıyorlar? Eğer Fatih ’yapın’ diyorsa Yunan takımını iyi tanımıyor, yok futbolcular yapıyorsa o zaman onlar Fatih Terim’i sallamıyorlar.

Alıştı çocuk koluna

Rakibin defansında 5 tane uzun var. Gökhan’la Ümit’i kucaklarına aldılar, bebek gibi oynadılar. Bir tane çizgiye inip, sıfırdan orta yapamadık. Orta alanda Emre hiç yok. Düşünün Milli Takım Kaptanı’nın aldığı kart, topla elle oynama. Çünkü, bu çocuk eliyle koluyla oynamaya alıştı. Çünkü federasyon da izin veriyor teknik direktör de. Hatta ödüllendiriyorlar.

Tuncay derseniz, Britanya’da kalmış. Oyuna Tümer giriyor, bir tane boşa çıkıp aldığı top yok. Gerisin geriye 30 metre koşup, defansın ayağından topu alıp sonra hücuma kalkmaya çalışıyor. Tümer kendi takımında oynamıyor ya, Fatih Terim kendi takımlarında oynamayanları Milli Takım’a alarak oynatan, dünyada literatüre geçecek tek Milli Takım antrenörü.

Kaleci Volkan’da son zamanlarda bayağı bir düzelme var. O ukala tavırlarını bırakmış, kendini maça veriyor. Tabii şansı da var. Başka bir milli takımda rakiple ve topla bu kadar haşır neşir olamaz. Yani oyunun her alanında ısınmış durumda. Çocuk soğuyamıyor, hep oyunun içinde.

Rakibe hücum etmeye kalktık dönen bütün topları onlar aldı. Kalemizi savunmaya kalktık, dönen bütün topları yine onlar aldı. Yani, kısaca Yunan Milli Takımı önünde "Ne olur topu biraz da bana ver" diyen dilenci durumuna düştük. Allah var, adamlar da çok fazla baskı kurmadılar. Dilenciye ara sıra kıyak yaptılar. Aslında beraberliğe razıydılar. Ama bu kadar aptalca maçı ikram edersen onlar da zorlan "eh hadi bakalım sizi bir yenelim" dediler.

Macar hakem de yok

Maçın hakemine söylenecek bir şey yok. Keşke Macar maçının hakemi olsaydı!

Türkiye’de yıllarca maç anlatarak futbolu sevdiren Halit Kıvanç, half-time’da dedi ki, "Polonya’da 8-0 yenildiğimiz milli maçı ben anlattım. O takım bundan daha iyi mücadele ediyordu."

Fatih Hoca, oyunu iyi okuyamıyor. Futbolcular da kitabı iyi okuyamıyorlar. Peki, kim o zaman ders verecek? Merak ediyorum. Ders ala ala profesör olduk. Bir de vereni bulsak. Ama hala bir Norveç maçı var. Ders mi alırız, ders mi veririz bilmiyorum ama futbolda sürprize inananlardanım. O gün şemsiye belki ters döner, biz finallere gidebiliriz. Yani şansımız son zamanların moda kelimeleri, inşallahlarla, maşallahlara kaldı. Finallere gideriz inşallah, Milli Takım ve teknik adamlarına da maşallah...

Demek ki, Fatih Terim önündeki son ve tek şansını iyi kullanacak. Norveç’te ya olacak, ya olmayacak. Kimse de Türk milletini artık uyutamayacak...

DARBE

Darbe emri II. Mahmud'dan Osmanlı tarihinde ordu, her zaman en önemli rolü oynayan kurumlardandı. Ancak ordu komutanları, sivil otorite olan sadrazamın emrindeydiler ve protokolde ulemadan sonra geliyorlardı. İkinci Mahmud, yeniçeri ocağını ortadan kaldırıp, yeni orduyu kurunca seraskeri, yani genelkurmay başkanını sadrazam ve şeyhülislamla denk hale getirdi. Yeni rejimi koruma ve kollama görevini de yeni orduya verdi.

Osmanlılar'ın Avrupa'ya ve diğer Türk beyliklerine üstünlük sağlayıp, dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmalarının sebebi çok erken tarihte düzenli ordu kurmalarıydı. Gerek Osmanlılar'dan önceki Türk devletlerinin, gerekse Safeviler ve Akkoyunlular gibi Osmanlı ile çağdaş Türk devletlerinin orduları aşiret kuvvetlerinden meydana gelirdi. Avrupa'da da ordular, ya paralı birliklerden veya prenslerin, kontların, düklerin gönderdiği askerlerden oluşurdu. Osmanlılar, Orhan Gazi zamanında Türk köylülerinden yaya ve müsellem adıyla ilk düzenli askeri birlikleri kurdular. Bu birlikler, ihtiyaca cevap vermeyince bazı Avrupalı yazarların, "şeytan icadı" diye adlandırdıkları Kapıkulu Ocakları kuruldu. Bunlar tam profesyonel askerlerdi. Ayrıca timar sistemi ile yeniçeriler kadar profesyonel olmasa da, yine meslekleri sadece askerlik olan sipahi teşkilatı tesis edilmişti. Bu durum, beylikten devlete geçişte önemli bir adımdı. Osmanlılar'ın, Anadolu beylikleri arasında farklı bir yapı kazanmaları bu tür devlet örgütlenmeleriyle aşiret yapısından kurtulmaları sayesinde oldu.
YENİ BİR ORDU
15-16. yüzyıllarda Avrupa'yı sarsan Osmanlı ordusu 17. yüzyıldan itibaren devlet otoritesinin bozulması ve Avrupa'da gelişen yeni savaş silah ve yöntemleri yüzünden eski gücünü kaybetmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın artan askeri üstünlüğüyle baş etmek için ıslahat, yani reformlar yaptı ama bir türlü istediği sonuçlara ulaşamadı. 18. yüzyılda Avrupa'dan askeri uzmanlar getirtilerek yapılan reformlar da yeniçerilerin direnişi yüzünden başarılı olamadı 18. yüzyılda yeniçeriler savaşlara gitmedikleri gibi Avrupai tarzda asker yetiştirilmesini de engellediler. Yeniçeriler, Üçüncü Selim'in Nizam- ı Cedid uygulamalarını engelledikleri gibi İkinci Mahmud'un talimli asker yetiştirmesine karşı çıkınca ipler tamamen koptu. Kılıcını kuşanıp, halkın ve ulemanın desteğini alan İkinci Mahmud, 1826'da yeniçeri ocağını ortadan kaldırdı.
YENİ ASKERİ KURUMLAR
Yeniçeri Ocağı'nın yerine halkın ve ulemanın sempatisini ve desteğini kazanmak amacıyla, Hz. Muhammed'in ismine izafeten Asâkir-i Mansure-i Muhammediyeî, yani Hazreti Muhammed'in Muzaffer Askerleri adıyla yeni bir ordu kuruldu. Yeni ordu için bir aydan daha kısa bir sürede 7 Temmuz 1826 tarihli yeni bir kanunname hazırlandı. Kanunname hükümlerine göre başlangıçta 12 bin kişiden oluşacak Asâkir- i Mansûre ordusunda askerlik süresi 12 yıl olacak ve askere alma işi gönüllülük esasına göre yapılacaktı. Asker kaydına önce İstanbul'dan başlanmış, gerek başkent halkı gerekse taşradan gelenler sayesinde kısa sürede önemli sayıda asker kaydedilmişti. Yeni kurulan ordunun başarılı olması için birçok Avrupalı uzman getirtildi.
Özellikle Prusya, yani Almanya'dan gelen Moltke ile Mülbach gibi uzmanlar sayesinde, yeni ordu modern standartlara kavuşturuldu. Avrupa'da askerlik alanında neşredilen önemli eserler, özellikle Serasker Hüsrev Paşa'nın çabalarıyla Türkçe'ye çevirtilip askeri literatür zenginleştirilerek, bu bilgiler doğrultusunda ordunun modernizasyonuna çalışıldı. Askeri tabip, cerrah ve eczacı yetiştirmek üzere 1827'de Mekteb-i Tıbbiye ve Cerrahhane kuruldu. Timar sistemi 1831'de kaldırılarak arazileri hazineye devredildi. 1834'te Mehterhane kaldırılarak yerine Avrupa modelinde askeri bando olarak Mızıka-yı Hümayun kuruldu. 1834'te Redif Teşkilatı kurularak ilk defa ihtiyat sistemi ve yedek ordu teşkil edildi. Süvari ve piyade subaylarının yetişmesi için 1834'te Harbiye Mektebi eğitime başladı. Yeni kurulan Mansure ordusu için, yeni üniformalar hazırlandı. 1836'da Feshane kurularak burada fes ve diğer askeri üniformalar üretilmeye başlandı.
OSMANLI GENELKURMAYI YÜKSELİYOR
Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılmasıyla Yeniçeri Ağalığı tarihe karıştığından yerine 1826'da "Seraskerlik Kurumu" kurulmuştu. Başlangıçta seraskerlik makamı Mansure Ordusu'nun komutanı olarak teşkil edilmekle birlikte, kısa sürede bütün kara ordularının komutanı hâline geldi. İlk serasker olan Ağa Hüseyin Paşa, yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonraki günlerde Süleymaniye Camii avlusunda görev yaptıktan sonra Ağa Kapısı'na taşındı. Ancak askeri çevreler ve özellikle de halk arasında yeni seraskerlik makamının eskiden olduğu gibi "Ağa Kapısı" olarak söylenmeye devam edilmesi sultanı hayli rahatsız etmişti. Bunun üzerine, burası "Fetvâhâne" ismiyle şeyhülislamlara tahsis edildi. Beyazıt'taki Eski Saray, yani bugün İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yer de seraskerlik makamı olarak kullanılmaya başlandı. Askeri sistemdeki değişim ve dönüşüm süreci seraskerliğin statüsünü ve önemini artırdı. 1836'daki teşrifat, yani protokol düzenlemesiyle serasker, protokol bakımından şeyhülislam ve sadrazamla denk hale geldi. Bu durum askeri sınıfı, idari ve siyasi yapının temel dayanakları birisi yaptığı gibi ordunun iktidar üzerindeki etkinliğini de arttırdı. Yeni rejimi koruma ve kollama görevi de artık yeni ordunundu.
ŞEYTAN iCADI
Osmanlı Beyliği'nin ilk dönemlerindeki askeri kuvvetler (yaya ve müsellemler, timarlı sipahiler, gaziler) 1360'larda Edirne'nin fethinden sonra, imparatorluğun artan askeri ihtiyacını karşılamamaya başladı. Ayrıca Osmanlı Beyliği yavaş yavaş merkezileşmeye başlıyordu. Bütün bu ihtiyaçlar merkezde bulunan daimi bir ordu tarafından karşılanabilirdi.
Bunun üzerine Osmanlılar kendilerinden önceki Türk devletlerinde bulunan gulam usulünü geliştirerek devşirme sistemini kurdular. Birinci Murad devrinde Çandarlı Kara Halil ile Kara Rüstem, Hristiyan esirlerden merkezi bir ordu için istifade edilmesi düşüncesini ileri sürdüler. Bu teklif üzerine Rumeli'de akınlarda bulunan beylere haber salınıp alınan esirlerin beşte birinin devlet hissesi olarak ayrılması emredildi.
Devlete verilen esirler belirli bir eğitimden geçirildikten sonra asker olarak kullanılmaya başlandı. Böylece yeniçerilerin de içinde yer aldığı Kapıkulu Ocaklarının temeli atılmıştı. Yeniçerilerin, Osmanlı İmparatorluğu'na en büyük katkısı, Türk aristokrasisinin gücünün kırılıp, merkezi idarenin kurulmasına vesile teşkil etmiş olmalarıdır. Daha önceki Türk devletlerinde, bu çapta merkezi bir askeri teşkilat kurulamadığı için aşiretler ve nüfuz sahibi olmuş komutanlar taht kavgalarına ve devletlerin bölünüp, yok olmasına sebep oluyorlardı. Merkezin güçlendirilememesinden dolayı Osmanlılar'dan önceki birçok Türk devleti devamlı olamayıp, kısa sürede parçalanmıştı.
Yeniçerilerin sayıları 16. yüzyılın sonlarına kadar 15 bini geçmemişti. İmparatorluğun en iyi eğitimli askeri gücü olmalarına rağmen, sayılarının az olması sebebiyle Osmanlı zaferlerinde oynadıkları rol sınırlıdır. Ayrıca Kapıkulu Ocakları'nın tamamı yeniçerilerden müteşekkil değildi. Ocağın diğer kısımlarının (Kapıkulu süvarileri, topçular, humbaracılar, top arabacıları, lağımcılar, cebeciler) Osmanlı İmparatorluğu'na katkısı ihmal edilmemelidir. Bu dönemde imparatorluğun en büyük askeri gücü, sayıları 80 bine kadar çıkan timarlı sipahilerdi. Kazanılan askeri başarılarda timarlı sipahilerin rolü oldukça önemlidir.
DiN YOLUYLA MEŞRUiYET
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonraki yeniden yapılanma ve askeri reform süreci, yazılan kitaplar ve taşradaki valilere gönderilen fermanlarla idareciler ve muhafazakâr halk nazarında meşrulaştırılmaya çalışıldı. Yazılan fermanlarda, yeniçerilerin, talime başlayacaklarına dair söz verdikleri, ancak sözlerinde durmayıp, "sultana isyan"a kalkıştıkları ve "Kur'ân-ı Kerîm'i bıçakla parçaladıkları" şeklindeki ifadeler, bu meşruiyet çabasında öne çıkarılan dini argümanlardı. Kadılara ve valilere gönderilen fermanlarda, mahalle imamlarının cami kürsülerinden "devleti yeniden ayağa kaldırmak için kitâb ve şeri'at hükmünce yeniçeriliğin kaldırıldığı" yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adıyla yeni bir ordunun kurulduğunu ilân ve bu konuda halkı ikna etmeleri emredildi. Yeni kurulan ordunun halk ve ulema gözünde meşruiyetini sağlamak için ordunun teşkilatında imamlara da yer verilmiş, her kışlada birer mektep yapılarak, mutlaka günde bir kez Kuran- ı Kerim okunması ile ilmihal bilgilerinin öğretilmesi ve beş vakit namazın cemaatle kılınması da kanunname hükümlerine ilave edilmişti.

CHP

CHP'nin henüz yanıtlamadığı soruları sıralayan Milliyet yazarı Güngör Uras, 'CHP için hiç de iç açıcı olmayan son tabloyu gözler önüne serdi. CHP'yi çok düşündürecek sorular:

Milliyet Gazetesi yazarı Güngör Uras'ın CHP'ye ilişkin aklındaki soru işaretleri....

Ey "CHP", titre ve kendine gel!

Ana muhalefet partisi CHP ne istiyordu? Farklı bir ekonomi programı, sosyal programı vardı da onu mu savunuyordu?
Hayır. Sadece, "AKP iktidarı kötü. O gitsin, biz iktidar olalım" diyordu.
Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın derken, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını engellerken onların yerine, onlardan daha iyi cumhurbaşkanlığı yapacak bir adayı mı vardı?
Hayır. Sadece "Onlar olmasın" diyordu.
Erken seçim isteğini tekrarlarken seçime hazırlıklı mıydı? Seçimde AKP'den daha fazla oy toplayabileceklerine mi inanıyordu?
Hayır. Söyleyecek söz, yapacak iş olmadığından devamlı "erken seçim" diyordu.
Buyurunuz işte: AKP iktidarı cumhurbaşkanını seçemedi. AKP erken seçim kararını verdi.
CHP'nin cumhurbaşkanı adayı kimdir? AKP'nin adayı Abdullah Gül'ün karşısına kim çıkarılacak? CHP'nin seçim propagandası neye dayanacak? AKP'nin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalara alternatif olarak CHP seçmenlere ne vaatlerde bulunacak?

AKP oyun kuruyor
CHP Mustafa Kemal'in, İnönü'nün ve de cumhuriyetin partisi. Entelektüellerin, çağdaş yaşama inanan, ilime ve bilime aşina kadroların desteklediği bir parti... İyi de bugün yönetim kadrolarında bunlarda ne ölçüde yararlanılıyor?
Partiyi destekleyenlerin yardımıyla hangi konularda ne tür alternatif politikalar geliştiriliyor?
AKP'nin uyguladığı ekonomi politikasının yanlışları nedir? CHP iktidara gelse ne yapacak? Nasıl iş bulacak? Gelir dağılımını nasıl düzeltecek? Tarım politikaları ne olacak? Sanayide katma değeri yüksek üretimi nasıl gerçekleştirecek? Faiz, döviz ve hisse senedi piyasalarını nasıl yönetecek? AB ile ilişkileri nasıl güçlendirecek? Kürt sorununu nasıl çözecek? Var mı bu konularda hazırlıklar? Varsa, bunlardan halkın neden haberi yok?
AKP gencecik bir parti. Tüm partililer Tayip Erdoğan çevresinde kilitlenmiş. Tayyip Erdoğan ne söylerse oluyor. Neredeyse parti değil de "Tayyip Erdoğan müritleri topluluğu". Ama Tayyip Erdoğan'ın çevresinde parti yönetimini ve sorumluluğunu (şu veya bu ölçüde) paylaştığı çok sayıda isim var. Cumhurbaşkanlığına, Meclis Başkanlığı'na, bakanlıklara aday göstereceği alternatif isimler var. Parti teşkilatı var.

CHP seyirci koltuğunda
AKP iktidar döneminde rengini yurtdışında ve içinde belli etti. İnançlarını, ekonomik ve sosyal politikasını herkes öğrendi. Uygulamalarını gördü. Seçimi kazanırsa kimin nereye geleceği, bakanlar kurulunun nasıl oluşacağı, ekonomik ve sosyal politikasının ne olacağı belli.
AKP seçime böyle gidiyor. İyi de CHP seçime nasıl gidiyor?
CHP'ye oy verecekler neye göre oy verecek? Oyları toplarsa, CHP bugün AKP'nin yaptıklarından farklı neler yapacak? Hangi kadrolarla iş yapacak?
Tayyip Erdoğan'ın yönetiminde AKP "oyun kurmada ve oyunu istedikleri şekilde yönetmede" öne çıktı. CHP, tembellikten kurtulamadı. "Seyirci" koltuğundan bir türlü kalkamıyor.
Anadolu'da çok anlatılan hikâyeyi hatırlayınız... "Ben çok iyi oynarım" diyene, "Hadi öyleyse, kalk oyna" demişler. Oynamaya niyeti yok ya... Şöyle bir meydana bakmış. "Oynarım ama yerim dar" demiş. Oyun meydanı açmışlar, genişletmişler. "Hadi oyna" demişler... Bu defa da "Oynarım ama yenim (eteğim) dar" diyerek yerinden kıpırdamamış...
Ey CHP... Bırak "Yerim dar, yenim dar" söylemlerini... "İşte at... İşte meydan" Seçmenlere ne yapacağını iyice anlat da başkalarına oy verecek yerde CHP'ye versinler..."

CEMEL VAK'ASI

36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âise taraftarlari arasinda Basra dolaylarinda meydana gelen çatisma.
Üçüncü Rasid halife Hz. Osman (r.a.)'in sehit edilmesinden sonra üç-bes gün anarsi hüküm sürdü. Hz. Osman'i sehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'in yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardi. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabi aldilar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onlari huzurundan uzaklastirmisti: Âsiler hayrete düsmüsler, ne yapacaklarini sasirmislardi. Devlet baskani tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevlenecegini biliyorlardi. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha baska kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halki Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'in bu teklifini reddetmek istediyse de devamli israrlar karsisinda bunu kabul etmek zorunda kaldi. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onlarin da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sagladilar. Bu sûretle, hicretin otuzbesinci yili yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapilacak ilk is; Hz. Osman'in katillerini bulmak ve bunlarin cezalarini vermekti. Bu hususta tahkikata baslanmisti. Fakat katiller kesin olarak belirlenemedigi için, ser'an cürüm sabit olamamisti. Bu durum karsisinda bir sey yapilamazdi. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasini istemislerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmis, fakat ikisi de ikna olmamislardi. Ortam son derece karisikti. Bu arada Numan b. Besir, Hz. Osman'in sehadeti esnasinda giydigi gömlek ile o sirada zevcesi Nâile'nin dogranan parmaklarini alip sam'a götürdü. Muaviye, bu kanli gömlegi ve kesik parmaklari teshir ederek, herkesin galeyanini kat kat artirmak maksadiyla mescide asti. Diger taraftan Hz. Osman'in katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardi. Bunlarin bir an evvel oradan uzaklastirilmasi gerekiyordu.
Hz. Ali'nin karsi karsiya kaldigi zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diger taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kismi "Sebeiyye" firkasina mensuptu. Bu islâm düsmani grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'i içinden yikmayi hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadi; islâmiyet'in saf, berrak, akil ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanligi çigirindan çikarmak müslümanlari türlü türlü gruplara ayirarak birbirleriyle didismeye ve bogusmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karisiklik, bu müfsidin ifsatlari için uygun bir zemin teskil etmisti. Hz. Ali'nin âsileri dagitmak istemesi ibn Sebe taraftarlarinin hosuna gitmedigi için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmisler; diger Araplar da onlara uymuslardi.
Bu karisik durum karsisinda problemleri artiran ve buhranin vehâmetini doruguna vardiran bir hareket daha basladi. Hz. Âise, hac farizasini ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmis, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'in sehit edildigi haberini almisti. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin dogurdugu karisikliklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âise'ye durumu sorduklari zaman, Hz. Âise, Hz. Osman'in mazlum olarak öldürüldügünü, Medine'de fesat ocaginin bütün ufku karartacak sekilde tüttügünü, mazlum ve sehit Osman'in kaninin heder olmamasi gerektigini, katillerin mutlaka cezaya çarptirilmalari ve ser'i hüküm ve kisas emirlerinin uygulanmasinin icap ettigini söylemisti.
Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmisler, Medine'deki durumu Hz. Âise'ye anlatmislardi. Bu olaylar Hz. Âise'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmis, o da mazlum ve sehid Hz. Osman'in intikamini almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çagirmisti.
Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazirliklarindan haberdar olunca, onlardan evvel Irak'a varmak, Irak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'in muhalifler eline düsmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrilmasini uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce Irak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çikmasindan endise ettigini, Irak'in nüfuzca kesif ve beytü'l-mâl'inin zengin olmasindan ötürü bir müddet orada bulunmanin daha iyi olacagini söylemisti.
Bundan sonra Hz. Ali yola çikmis, Zukar mevkiine geldigi zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklastiklarini, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nin onlara iltihak ettigini haber almisti. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oglu Hasan'i Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varinca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karsiladi. Hz. Hasan, mescidde minbere çikarak Hz. Ali'nin dâvâsini müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konusmasinin sonunda kendisinin Basra'dan gidecegini, katilmak isteyenlerin onunla birlikte gelebilecegini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kisilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüs ve hareket esnasinda karsilikli mücadeleler, siddetli tartismalar meydana gelmisti.
Hz. Ali, ordusunu bu sekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya dogru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çagirarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasinda mücadele ve çatismanin meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasini tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âise, Talha ve Zübeyr ile görüsmüs, onlari ümmetin birligini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'in önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu isin baris ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu basarilarindan son derece memnun oldu. Diger taraftan bu sirada Basralilar Kûfelilerle temas etmis, iki tarafta da baris ve fitneyi yok etme düsüncesi hakim olmustu.
Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysogullari kabilesine ugradi. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardi. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barisi gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelisi, barisin tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmus, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumustu. ibn Sebe ile yandaslari, herkes uyuduktan sonra Hz. Âise'nin tarafina hücum etti. iki taraf ta kendilerini karsi hücumuna ugramis gibi görmüslerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne oldugunu anlamak istiyordu. Diger taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âise'yi uyandirmis, Hz. Âise, devesine binerek çarpismalarin basladigi yere gelmisti. Hz. Ali kendi tarafini savasmaktan alikoyuyor, Hz. Âise kendi tarafini teskin etmeye çalisiyordu. Fakat bir kere ok yaydan firlamis bulunuyordu. Vurusmanin en hararetli aninda Hz. Ali atini sürerek savas meydaninin ortasina geldi. Hz. Zübeyr'i çagirip, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasinda bir ihtilafin meydana gelecegini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksiz olacagini" söyledigini hatirlatmisti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranisi üzerine çatisma meydanindan çekilmek istemisti. Onun savas alanindan uzaklasmasi üzerine kendisine zehirli bir ok atilmis ve bu ok Hz. Talha'nin ölümüne neden olmustu.
Nihayet ortalikta yalniz Hz. Âise ile etrafinda bulunan bir grup kimse kalmisti. Çatismalar siddetle devam ediyordu. Bütün bu kanlarin dökülmesine neden olan münafiklarin hedefi; bizzat Hz. Âise idi. Bunlar Hz. Âise' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardi. Sebeîlerin bu maksadini anlayan Dâbbeogullari Hz. Âise'yi son derece büyük fedakârliklarla korumuslardi. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeogullari kabîleleri Hz. Âise ile beraberdiler. Bunlarin onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düsürmüstü. Hz. Âise'nin devesini koruyanlardan biri yere düstükçe bir baskasi onun yerini aliyor, o da ayni fedakârlik ve ayni kahramanlik ile dövüsüyordu. Hz. Âise'nin önünde sehit düsenlerin sayisi yetmise varmisti.
Bu çatismalara bir son vermek için birisi deveye arkasindan saldirarak onu yere yikmis, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oglu Muhammed, Hz. Ali tarafindan kosarak Hz. Âise'nin korunmasina hizmet etmisti. Hz. Ali de Hz. Âise'nin yanina gelerek hatirini sormus, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardesi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermisti. Hz. Âise ile beraber Basra'nin ileri gelen ailelerine mensup kirk kadar kadin refakat etmisti. Hz. Âise Basra'dan ayrilirken, kendisi ile Hz. Ali arasindaki mücadelenin yanlis anlasilmadan ileri geldigini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev oldugunu belirtti. Hz. Âise, hicretin otuzaltinci yili Recep ayinda Medine'ye dogru. hareket etti.
Nihayet Hz. Ali 4 Aralik 656 tarihinde bu problemi de atlatti. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye tasiyarak, sehadetine kadar orada kaldi. (Bu konuda genis bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).
Ahmed AGIRAKÇA
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

Çağlayan’da yürüyenler!

Çağlayan’da yürüyen halk kuşkusuz önyargıları, korkuları, vehimleri için diğer dinimiz Laiklik için yürüdü.. Oysa laikliği teolojiyle giydirmek onun varlığını asıl tehdit eden dinamik..
Yürüyenler laikliğin model alındığı batı gibi yaşamak için yürüdüler ama bunu Ortadoğulu gibi yaptılar. Sakın yürüyüşün intizamına asaletine söz ettiğimi düşünmeyin. Ben sadece taleplere baktım. Ortadoğulu olmaya devam ederek batılı olmak imkánsız.. Yürüyenlerin korkuları hallice bir iç savaş ihtimaline sığınmakla değil, tam aksine günlük hayattaki somut ihlalleri yüzleştirmekle giderilebilir… Demokratik bir toplumun hedefleri zemininde buluşma ancak bizi birbirimizden korkmayacak hale getirebilir…
2.5.2007 / AYŞE ÖNAL / STAR

Bugünkü İnsanın Burjuvazi Cennetinde İsyanı

Dün irtica, diktatörlük ve çürümüş aristokrasiler­le mücadele eden, büyük Fransız devrimini yapan bur­juvazinin, şimdi cellat ve katil olduğunu görüyoruz. Şimdi o, faşizmi doğuruyor, milletleri yiyorTarihin bütün nesillerinden daha çok eziyet çek­memize rağmen, sevinerek söyleyeyim ki biz çok me­sut bir nesiliz. İnsanın dert ve yenilgi dönemlerini gördüğümüz için mesut bir nesiliz.
Acaba gerçek dert ve yenilgi, yalancı ümit ve se­vinçten daha iyi değil midir? Şuurdan doğan dert, akılsızlıktan doğan dertsizlikten daha iyi değil midir?
Ben yirminci asrın ikinci yarısında olduğum için çok seviniyorum, eğer on dokuzuncu asırda olsaydım burjuvazinin yirminci ve yirmi birinci asırda yeryü­zünde yapmak istediği cennet için ahmakça slogan atardım. Şimdi burjuvazi cennetinin yapılmış olduğu bir zamanda, gözlerimle üç asırdır ilmin, Samiri’nin paradan buzağısı olduğunu görüyorum. Altından ya­pılmış ve aldatıcı bir şekilde, ama ruhsuz, ruhaniyetsiz, maneviyatsız, yalancı, sahte banka parası ortaya çıktı ve ahmakları kendine secde ettiriyor.
Şu anda kurulmuş olan, burjuvazi cenneti ne de­mektir? Bütün insanlar için değildir! Bu burjuvazi cenneti, bu tüketim hayatı, kapıdan ve duvardan Av­rupa’nın yüzüne yağan bu nimet bolluğu, havadan gelmemiştir. Bir buçuk, iki milyar insanın açlık bedeli ile meydana getirilmiştir. Ama her halükârda kendisi için, yani Avrupa burjuvazisi için, üç asır Önce ya­pılmıştır. Orada her şeyi bulmak mümkündür. Tan­zanya elmasını, Mısır kenevirini, Kamerun kahvesini, Küba şeker kamışını, Cezayir şarabını, Hind çayını, Vietnam kauçuğunu, Ortadoğu petrolünü bulmak mümkündür. O halde bütün dünya, onların yeme, iç­me, yatma ve yiyecek çiftliğidir. Onların sömürüsüne uğramış bütün milletler, Avrupa’nın bu kirli cenne­tinin karneli ve ücretli işçileri değil midir?
Bütün bunlara rağmen bu cennette, Avrupalı in­sanın nasıl yaşadığını görmek gerekir. Şaşılacak şey şudur ki, bu insan, sonunda üç asırdır söylediği slo­ganlara ulaştı. Yani faydalanma ve tüketim zirveye ulaştı. Şimdi onun iktisadi mal kalemlerinin %10'u temel ve gerçek masraflarıdır. %9O'ı ise eğlenme mas­raflarıdır.
Bu faydalanmadan çok, başka neyi istiyor?
İkinci olarak da ilim, ideal ve iddiasına ulaşmış­tır. Yeryüzünde maddi hayatı ve tabii kuvvetleri uyuş­turmak için bir teknik meydana getirmiştir. Tüketim asaletine dayanan bu hayatı kurmayı başarmıştır. Ama tahmin edemediği şey, yirminci asırdaki haya­tın ve bugünkü insanın en büyük hakikati, bu insa­nın böylesi bir burjuvazi cennetinde isyan etmesidir.
Kur’an’ın deyimiyle, tıpkı Âdem’in ilk cennet bahçesinde «isyan etmesi» gibi. Her şeye sahipti, gön­lü neyi isterse onu yiyordu, buna rağmen isyan etti. O, yasak ağacın meyvesinden yedi. Tüketim hayatı­na bağlı olan bugünkü batı insanı ve ilerlemiş bur­juvazi hayatı dünya emperyalizmi aşamasındadır. Dünyaya, uzaya, göklere egemendir; dünyanın beşerî bütün sofralarına ve nimetlerine el uzatmış, yiyor. Ama isyan etmiştir. Müreffeh hayatta, yararlanmada ve refahta isyan etmiştir. Bugünkü insanı isyana teş­vik eden yasak meyve nedir? İnsanî şuurdur, uyanış­tır. Ansızın ilmin de var olduğunu hissetti. İlim ise üç asırdır ona yalan söylüyor. Kapitalizmin uşağıdır, in­sanın zabitliğini hidayete yönelten kılavuz değil. Ona «sen insansın» demiyorlar, bu ne demektir?
Bugünkü insanın bu kudret ve tüketim slogana artık yeterli değildir. Zira her ikisine de ulaşmıştır, başka bir şey istemiyor.
Bu slogan ve isyan, özellikle dünyadaki bütün ge­çici maddi eziyetlerin ve açlıkların giderildiği bir za­manı başlatmıştır. O zaman, üç asırdır ilmin gizledi­ği, halkı vazgeçirdiği, burjuvazinin ticari görüş ve kültürünün yaydığının dışında, dünyayı anlayacağı bir dünya görüşüne ihtiyaç duyuyor. Hayatın anlamı nedir? Ne için olması gerekir? Bu kadar kudretle ve bu kadar refahla geçirdiği şimdiki hayatın yönü ne­dir? Bu hayatta, ne tarafa gidiyoruz? Bu burjuvalaş­mış ve para düşüncesinde olan ilmin reddettiği, fa­kat daha iyi ihtiyaçlar olan iman, ideal, değer, ahlâk, ruh, aşk, tapma, akide ve faziletin yerine hangi şeyi koymak gerekir? Tekrar tüketimi mi? İnsan, isyan ediyor!
Ne ilim cevap veriyor, ne teknik, hatta ne de be­şeri ilimler. Bütün bunlar el ele vermiş sadece bir sı­nıf için, yani burjuvazi sınıfı için yeni tüketimler ya­ratıyorlar. Bunlar, on altıncı ve on yedinci asırlardaki bütün o iddia, heyecan, dinamiklik, ümit ve geleceğe güçlü bir iman taşımanın aksine, tüketim hayatıyla ilgili fonksiyonlarının sonuna ulaşmışlardır. Bugün yaşlılığın ve yenilginin sonunda, yok olmayla yüz yüzedir. Hile ve büyük cinayetlere giriştiklerini gö­rüyoruz.
Dün irtica, diktatörlük ve çürümüş aristokrasiler­le mücadele eden, büyük Fransız devrimini yapan bur­juvazinin, şimdi cellat ve katil olduğunu görüyoruz. Şimdi o, faşizmi doğuruyor, milletleri yiyor, savaş, sö­mürü ve katliam yaparak ancak ayakta kalabiliyor.
On beşinci ve on altıncı asırlarda ortaçağı yok etmenin, ilmi mahkum etmenin, kilisenin büyük kudre­tini yenmenin sarhoşluğunu yaşayan, artarda ilerle­yen, icatlar yapan ilmin; bugün, aksine bir çıkmaza girdiğini görüyoruz. Bereşt şöyle diyor:
«Bugünkü insan ilimden bıkmıştır. Zira faşizmi meydana getiren ilim idi» ve bunu insanlığa zoraki yükledi. Dünyada ilk defa insanlığın üçte ikisinin aç olması düzeyinde açlığı ilim meydana getirdi.
Sınıfsal sömürü ve artık değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve açık şeklinden alıp bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan ilimdir. Dünya milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran ilimdir. Avrupa'yı vahşi bir gergedan yapan ilimdir. Üçüncü dünyayı çirkinleşmiş kurtzede kuzular yapan ilimdir...
Evet yalan söyleyen ilim, dinin sınırlamasından kurtulmuş ama, şimdi de tanrılarını değiştirmiştir. Allah'ın yerine parayı kendi ilahı olarak almış ve pa­ra için her işi yapmıştır.
İnsanı çirkinleştirip, burjuvazinin sipariş ettiği şekle sokmuştur!
Bugünkü insanın dine ihtiyacı, iki sorusuna cevap vermesi içindir.
Birisi, büyük bir manevi dünya görüşü vermesi­dir. Allame İkbal'in sözüyle; «varlık aleminde, ruhanî bir tefsirin» anlatılmasıdır. Hür insanın yaptığı şekil­de, egzistansiyalizmin dediği şekilde, —şu anda doğ­ru söylüyor— kendisini onda yabancı ve meçhul his­setmesidir.
İkincisi, yaşamak için insanın hedefine bir yön gösterilmesi veya icad edilmesi. Zira diğer bütün hay­vanların aksine insanın en seçkin özelliklerinden bi­risi budur. Diğer hayvanlar niçin yaşadıklarını anla­mıyorlar. Ama, insana; yaşa dedikleri zaman, hangi şekilde diye sormadan önce, niçin? diye soruyor.
Bu yüzdendir ki insana, sadece hangi şekilde yaşaması gerektiğini öğretmek yetmiyor. Aç olduğu sü­rece alışılmış hayat nimetlerinin ve bağışlarının pe­şinden gider. Aç olduğu zaman bu sorudan az veya çok uzaklaşır. Ama bu ihtiyacı giderildiği zaman, in­san olmanın temel ihtiyaçları, nerede olması gerek­tiği söz konusu olur. Bu yüzden gerçek dine, mutlak dinî duyguya bugün daha çok, daha ciddi, daha ha­yati bir .şekilde ihtiyaç vardır.
Dini [dinleri] dikkatli ve alimce tanımayı gerek­tiren meselelerden birisi de şudur: Dinler tarihinin dikkatli bir şekilde incelenmesi bize şu büyük haki­kati gösteriyor; tarihin gidiş yolunda din iki akıma sahiptir. Biri insanî akım, diğeri ise tarihî akımdır.
İnsanî akım ve insani gidiş daima canlıdır. Bu­günkü insan, belki geçmişteki insandan daha çok di­ne ve dinin insani gidişine muhtaçtır.
Niçin muhtaçtır?
Çünkü, geçmişteki insanı gelenek ve geçmişe say­gı, milliyet, toprak ve kan övünmeleri tatmin ediyor­du. Maddi hayat için gösterdiği telaş onu meşgul edi­yordu. Yeniçağın insanını, ilmî ve teknik keşifler bile ikna ediyordu. Ama bugün artık bunların hiçbiri bir şeye yaramıyor. Bütün bunlara sahip olmasına rağ­men insan yine isyan ediyor, ölüm ve cinnet dere­cesine ulaşan bir isyan. Medeniyetin yıkılması ve bu­günkü insan toplumunun yok olması korkusuna doğ­ru giden bir isyan. Bu, geçmişin aksinedir. Geçmişte insanın cehaleti, zaafı, korkusu ve maddi ihtiyaçları din ile karışmıştı, her şeyi dinden almak istiyordu. Şimdi, ilim çoğu ihtiyaçları kaldırıyor, ama kaldırmadığı şey, yüce dindir. İnsana ve hayata anlam ba­ğışlayacak bir din. Bugünkü insan, her zamandan da­ha fazla bu dine muhtaçtır.
İkinci akım, olumsuz akımdır, tarihe hakim olan akımdır. Bu, insanî ve dinî yönün zıddıdır. Egemen güçler tarafından, halkın zararına ve aleyhine, mev­cut durumu açıklamak için kullanılıyor.
Bu iki din, tarih boyunca birbirlerine karşı daima mücadele ve savaş halindedir. Bu tarihin sonunda, biz şimdi dini iki görüş açısından inceliyoruz:
Biri bizim zamana ve asra bağlılığımız açısından. Bu asır ilim ötesi bir yorum arıyor, insanın yaşaması için bir anlam, bir ruh, bir iman ve yüce bir aşk arı­yor.
İkincisi ise, bizim bir dinî kültür ve topluma bağ­lı olmamız açısından. Dinin o olumsuz akımı bütün tarihimiz boyunca hareket ve hakimiyet sahibi olmuş­tur. Halka, dinin kendisine, tarihimize, halkımızın hareketine ve toplumumuza karşı bir fonksiyona sa­hip olmuştur. Bu fonksiyonu göstermek gerekir.
Bu unsur, dinler tarihini ve dinleri tanıma konu­sunu, yeniden ilmî bir şekilde baştan başlayarak göz­den geçirmemizi gerektiriyor.
www.aliseriati.com