Tuesday, November 22, 2011

‘Ölümü beklemekten bıkıp döndüm’

Miraç Zeynep Özkartal/zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr Fotoğraf: Ercan Arslan Leyla Sayar... Türk sinemasının en ilginç karakterlerinden biri. Masum kız rolleriyle başladığı kariyerinde bir anda parlıyor, büyük bir yıldız oluyor. Sonra vamp kadın rollerine geçiyor, ondan da sonra dansözlüğe... Ve küt diye bırakıyor her şeyi, kapanıyor. 35 yıl boyunca ne Yeşilçam ne televizyonlar ne de gazeteler cezbediyor onu. İnancıyla baş başa yaşıyor. Ve geçtiğimiz hafta Ali Eyüboğlu, Milliyet Cadde’deki köşesinde Leyla Sayar’ın geri döndüğünü haber veriyor. Eyüboğlu’na “Karar verdim ve geldim” diyor, “Bir gün böyle bir şey olacağını biliyordum”. Hemen arıyorum Leyla Sayar’ı. Biraz mırın kırın etse de kabul ediyor söyleşi yapmayı. “Yalnız” diyor, “Evime gelemezsiniz. 35 yıldır neredeyse kimse girmedi evime”. Biz de bir kafede buluşmak üzere sözleşiyoruz. Elbette birçok fotoğrafını görmüşüm ama tanır mıyım tanımaz mıyım diye düşünürken, karşımdan Leyla Sayar’dan başkası olamayacak kadar dikkat çeken bir kadın geldiğini görüyorum. Beyaz bir kürk, beyaz dantelden bir başörtüsü, koyu yeşil güneş gözlükleri, pespembe bir ruj... Ve o eda... Aradan geçen bunca yıldan ve bunca güzel yıldızdan sonra neden hâlâ Leyla Sayar adını duyan herkesin “Yeşilçam’ın gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından” dediğini ilk dakikada anlıyorum. Siz göremeyeceksiniz ama gözlüklerini çıkarıp gösterdiği makyajsız gözleri, 40 yıl önceki kadar güzel bakıyor. * 35 yıl sonra sizi geri döndüren ne oldu? Bu yıllar boyunca benim dünyam çok güzeldi, bozmak istemedim. Kefenimi hazırladım ve beş sene boyunca ölümü bekledim. Sonunda bıktım, sıkıldım. Seninle konuşur gibi Allah’la da konuşurum. “Anladım ki” dedim, “Beni ille de sağlam tutuyorsun. Hadi bari gideyim”. Gelişim budur. * Nasıl bir dünyaydı o? Yalnız... Ben yalnızlığı çok severim. * Yeşilçam’da kalabalıklarla nasıl yaşadınız? Sor artistlere, öyle bir hayatım yoktu. Sokağa filan hiç çıkmazdım geceleri. Çıkmamın imkanı da yoktu, dokuz yılda 170 film yaptım. 17 yaşında sinema yıldızı seçildim, 27 yaşında bıraktım. Tek filmimi izlemedim. * Hiçbirini mi? Hiçbirini. Galalarına bile gitmedim. Şöhreti de hiç sevmedim ki, hiç meraklı değildim. “Mânâ beni sarmaya başladı” * Nasıl geldi o sevmediğiniz şöhret? Benim halam Amerikalı bir petrol kralıyla evliydi. Bana hep Amerika’yı empoze etti. “Sen burada huzurlu olmazsın, senin karakterin Amerika’ya çok müsait” derdi. Ama ben nasıl gideyim Amerika’ya? Herkes “Çok güzelsin” deyip duruyordu, onların tesiriyle güzellik müsabakasına girdim. Sonra beni Amerika’dan çok çağırdılar ama ben vatanımda mutlu olacağımı anlamıştım artık. Hiçbir esprisi yoktu. * Siz o yarışmada sinema güzeli seçildiniz ve bambaşka bir yol açıldı. Aklınıza geliyor muydu bu kadar büyük bir yıldız olacağınız? İlk filmim “Duvaklı Göl” beş hafta Taksim sinemasında oynadı. Benim filmlerim bütün yapımcıları zengin etti. Ben figüran olmadan başrol oynayan ilk insanım Türk sinemasında. Bir sabah kalktım, Yeşilçam’ın sihirli değneği dokunmuş bana. Bir baktım, 30 milyonun sevgilisiyim. * Ve şöhreti küt diye bıraktınız. Çünkü mânâ beni sarmaya başladı. Peygamberleri görmeye başladım, görüntüler geldi bana. “Yıldırım Aktuna eski flörtümdü, delirdim zannedip ona gittim” * Kaç yaşındaydınız o görüntüler geldiğinde? Ben sinemadayken başlamıştı. Delirdim sandım. Rahmetli Dr. Yıldırım Aktuna’ya, Recep Doksat’a gittim; delirdim mi ne oluyor bana diye. Bu üç yıl sürdü. Yıldırım Aktuna oynattım zannetmiş, beni bir ay evine aldı. O benim flörtümdü gençliğimde. İnternette vardır, “Leyla Sayar onu da âşık etti” diye. Sanki çok önemliymiş gibi. Aç bak. * Ne dedi size Yıldırım Aktuna? “Leyla, sana bir şey oluyor galiba” dedi. O da ateisttir. “Sen bir din adamına git” dedi bana, “O anlar”. Deli değilsin demek istedi. Çünkü ben ona bana şok yap demiştim. Eğer bana şok yapmış olsaydı aklım gidermiş, bu mertebeye gelemezmişim. “Deli olan insan deliyim demez, aklın çok yerinde” dedi. * Gittiniz mi din adamına? Uzun süre Muzaffer Özak’ı aradım. Rabbim nasip etmedi, onu 1,5 sene bulamadım. Çok acı çektim o sürede. Beni kurtaran Muzaffer hoca oldu. O bana dedi ki “Sana Allah’tan bir davet var. Bırakacaksın bu dünyayı, yoksa ölürsün.” Hemen bıraktım. Kapandım, namazlara başladım. Ve hayatımın en mutlu senelerini yaşadım. Zaten mutluluk akıyor üzerimden. * O güne kadar hayatınızda inanç var mıydı? Biz Çerkez olduğumuz için ben namaz kılmayı 5-6 yaşında öğrendim. Gece ve sabah muhakkak kılardım. Türk sineması da bilirdi ki ben ibadet ederim. * Kapandıktan sonra hayatınıza kimse girdi mi? 30’larıma kadar çok aşklar yaşadım. Ama ondan sonra hiç olmadı. Ama çok lezzetli şey. Aşksız olmaz. * Siz bunca yılı nasıl aşksız yaşadınız? Ben Mevlana’ya âşık oldum. Sonra Yunus... Yıllarca mezarlıklarda yaşadım, gezdim, düşündüm. Tefekkür... İnsanlar en büyük kültürü düşünerek yapar, okuyarak değil. Düşüncenin tadını aldığınızda yerini hiçbir şey tutmuyor. İnsan fikirde beraber olduğu insana aşk duyabilir, bedensellik şart değildir. “Kamera önüne hazırım ama dizide oynamam” * “Kamera önüne geçmeye hazırım” demişsiniz. Halihazırda bir proje var mı? Bana sordular, ben de “Neden olmasın?” dedim. Ama dizilerde filan oynamam, kendi hayatımın filminde oynarım. Projelerim var. 16 kitabım bir yayınevinden Leyla Sayar külliyatı olarak çıkacak. *Bu kitapların içeriklerini anlatır mısınız? Bir uluslararası projem var. Yurtta Sulh Cihanda Sulh Atatürk Dünya Gençlik Birliği. Dünya barışı için çalışacak. Bu projeyi anlatan kitaplarım var. Bir başka projem, “Son Mesaj”; “İnsana ve İslama Çağrı”. 16 madde var; dünyanın ve dinlerin birliği, kavgasız bir gençlik. Başbakan’a gideceğim, iki-üç yılda ortaya çıkacak projeler bunlar. “Kompleksim yok; her şeyi bilerek ve isteyerek yaptım” * Sinemadan sonra neden dansözlüğe geçtiniz? Filmlerden yoruldum, sürmenaj oldum. Kalp çarpıntıları... Ekmek parası lazım. Balerinim, sahneye çıktım. Sayemde bütün sanatçılar ekmek yedi, hiçbiri söylemiyor. Herkes arkamdan çıktı, zengin oldular. *O dönemden kalan fotoğrafları gazetede görünce üzülüyor musunuz? Hiç! Ben dehayım. Anadan doğma resmimi koysalar aldırmam. Herkes “Örtülüsün, çıplak resmini koymaya utanmıyorlar mı?” diyor. Ben çektirmeye utanmadım, onlar basmaya mı utanacak? Hiç kimse beni yenemez. Hiç kompleksim yok. Her şeyi bilerek, isteyerek yaptım. Utanacak hiçbir şey yok hayatımda. Bir insanın aşık olması, sevişmesi utanılacak bir şeyse; herkes benden çok utansın! Eğer âşık olursam genç bir adamı koluma takıp gezmekten de utanmam. “Ben dehayım. Anadan doğma resmimi bile koysalar aldırmam.” “Bakarsın evlenirim ama damat 30 yaşında olacak” * 60’larda yapılmış bir söyleşinizi okudum. Başlığı: “Ben 24 yaşında ihtiyar bir kadınım”... O zaman bedbaht ve ihtiyar biriydim. Bak resimlerime. Çok basit buluyordum hayatı. Hayatta iki şeyi sevmem, evlilik ve çocuk. Bütün insanlar evlenmek ister. Ben ise düşünmek istiyordum. Ben yalnızlığı çok severim, yanımda bir insan olunca çıldırırım. Hayatta hiç kimseyle yaşayamam, annem dahil. Ömrüm yalnız geçti benim. Hep düşünmek, düşünmek ve yazı. * Şimdiki halinize bakıyorum da “70 yaşında ve genç bir kadınım” diyebilirsiniz. 60 yaşındakilere nine diyorlar, 70’lere de iş bitmiş. Bana bak. Ne 60’lık nineyim ne de 70, iş bitmiş. Belki de evlenirim. Bakarsın olur. Ama damat genç olacak, 30 yaşında. Ben 30 gösteriyorum çünkü. Doktorlar öyle söylüyorlar bana. * Ne diyorlar? “Hücren, ellerin, yapın 30 yaşında” diyorlar. * Siz iki evlilik mi yaptınız? Hayır, bir. * Muzaffer Tema ile evlenmediniz mi? Herkes öyle zannediyor ama hayır. Ben küçükken, 9 yaşındayken Ayten Çankaya ile gelip sevmişti beni. “Ay Muzaffer Tema” diye herkes bakmıştı. Sonra genç kızlığımda hayran olmuştum herkes gibi. O Amerika’dan döndükten sonra çok kısa bir ilişkimiz oldu. Ben 16-17 yaşlarındaydım, Muzaffer 25 yaş büyüktü benden. Annem “Babanla mı evleneceksin?” dedi. * O yüzden mi evlenmediniz? Ben evliliği hiç sevmem, bağlılığı sevmem. Taliplerime de açık açık söylerdim. Annem “Allah seni teneşirlere assın” diye dövünürdü. Biz Çerkeziz, böyle laflar çok edilir. Zaten artist olmamı hiç istemediler. Babam Selanikli olmasa beni vururlardı. Ama hayatımın çizgisini hiç değiştirmedim. Ne istersem onu yaptım, hiç utanacağım bir şey yapmadım. Leyla Sayar “Ölüm Perdesi” filminde... “35 yıldır yerde yatıyorum” * Bir gününüz nasıl geçiyor? Talebelerim var, sohbetlerim oluyor. Camilere, kiliselere giderim. İbadet yerlerinden haz alırım. Benim hiç vaktim olmaz; gidiyorum geliyorum, dostlarım var, Allah’ı anlatıyorum onlara... İki saatte sıkıntılarını alıyorum. Ama tabii ki bedava. Ammeye çalışan bir öğretmenim. * Nasıl geçiniyorsunuz? Evim var, maaşım var. Yetiyor. Beş tane katım vardı, hepsini fakirlere verdim. Ben fakirliği ne kadar seviyorum biliyor musun? Ben elektrik eşyası hiç kullanmam. Her ay elektrik faturam 6-7 lira gelir. * Çamaşırları nasıl yıkıyorsunuz? Zaten iki-üç elbisem var, kovada yıkıyorum. Kalorifere koyuyorum kurutuyorum. Nasıl genç kaldık ki böyle? * O eve niye kimse giremiyor? 35 senedir kimse girmez. Ben artistken de çok fazla insan sokmazdım evime. Yakınlarım gelir, yerde oturur. Koltuk da yok evimde. Yerde bir battaniyenin üzerinde yatıyorum 35 yıldır. Semih Sergen geldi birkaç yıl önce. Adam battaniyede yattı, hasta oldu üç gün. Yatak mı alıp koyamazdım? Biri getirse atıveririm dışarı. Ben buyum, özgürüm. * Sinemayla bağınız tamamen koptu mu? Hiç seyretmedim 35 yıldır, sıkılırım. Biliyorum hepsini. Ben felsefi kitaplar okuyorum daha çok. Günde beş-altı saat yazıyorum. Klasik müzik çok severim; Chopin, Bach, Çaykovski... Alaturka filan pek dinlemem. 9 yaşından beri klasik müzik dinliyorum.

Monday, November 14, 2011

Atatürk‘ü çekelemek!

Ata’yı bu yıl da abuk sabuk tartışmalarla anıyoruz... Gazeteci Nagehan Alçı’nın CNN’deki dörtlü sohbet programında sarfettiği “Atatürk diktatördü” sözleri mesela... Hayli gürültü kopardı. Alçı’nın yazdığı Akşam gazetesinde bir süre önce Prof. Mete Tuncay, üstelik Atatürk’ü Tayyip Erdoğan’la kıyaslayarak, aynı yorumu yapmıştı... Hocası böyleyse öğrencisine ne diyeceksiniz? Bir yabancı gazeteci Atatürk’e sormuş: - Sizin için diktatör diyorlar ne dersiniz? - Ben diktatör olsaydım siz bu soruyu soramazdınız, demiş Atatürk... * * * Liderler yaşadıkları dönemlerin tartısında tartılır. Bugünün ölçüleriyle dünü tartamazsınız... Ayrıca bugün ifade özgürlüğünüz sınırlıysa dünü tartışmanızın hiç anlamı yoktur... Ahmet Hakan bu anlamsızlığı güzel ifade etti bir yazısında... Dedi ki: “Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin, etkili bürokratların, polisin, cemaat liderlerinin bile doğru dürüst tartışılamadığı, ülkeye egemen olanlar haklarında iki satır yazıldıktan sonra ‘inşallah başıma bir bela gelmez’ diye bin bir temennide bulunulduğu bir ülkede Atatürk’ü de tartışmayıverelim...” * * * Stalin döneminde bir Sovyet vatandaşı ile bir Amerikalı fikir özgürlüğü konusunu tartışıyorlar. Amerikalı diyor ki: - Bizde fikir özgürlüğü var. Biz Başkan Truman’ı istediğimiz gibi eleştirebiliriz... Sovyet vatandaşı diyor ki: - Bizde de fikir özgürlüğü var. Biz de Truman’ı istediğimiz gibi eleştirebiliriz... Atatürk’ü eleştirenlerin fikir özgürlüğü de bugün bu kadar... Ata’nın felsefesi... Atatürk 17 Mart 1937 günü Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşmesinde diyor ki: “Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu ‘Madem ki hiçiz, sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım’ Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisini değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin varlığı, şerefi için çalışmakla bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi, diye bile düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır” (Prof. Hikmet Özdemir - Atatürk’ü Yeniden Düşünmek s.121) ULUS Dilbilimci Agop Dilaçar anlatıyor... “Atatürk sık sık bir Atilla hikâyesi anlatırdı. Hun - Roma görüşmeleri yapılırken Roma temsilcileri Hunlara sormuş: - Roma imparatoru soylu bir ailedendir, imparatorunuz Atilla kimdir, soylu mudur? Atilla Romalılara şu cevabı göndermiş: - Ben soylu olmayabilirim ama büyük ve soylu bir ulusun başbuğuyum... Atatürk bu sözü daima hatırlar ve söylevlerine o yüzden: ‘Büyük Türk milleti’ diye başlardı. Türklerin eski, büyük ve soylu bir topluluk olduklarını biliyor ve bunu herkese bildirmek istiyordu...”

Japonya'da Bizden Fazla İslam Ahlakı Var

TÜRKİYE halkının çoğunluğu Sünnî Müslüman ama bizim ülkemizde İslam ahlakı hakim değil. Elhamdülillah imanımız var, imanımız kadar ahlakımız yok. Bugün dünyada dinleri ve inançları İslam olmayan, fakat ahlakları birçok hususlarda İslam ahlakına benzeyen gayr-i Müslim ülkeler var. Bazılarını sayayım: Japonya, Norveç, İsveç, Finlandiya, Singapur (Halkının yüzde 12'si Müslümandır), Yeni Zelanda... Müslümanlık adalet, insaf, doğruluk dürüstlük, vicdan, insanlık, yardımlaşma, iyi komşuluk; can, mal, din, ırz namus, nesep güvenliği demektir. Müslümanlık, zelzele felaketine uğramış vatandaşlara gönderilen yardımların bir kısmının yağmalanmaması, hepsinin felaketzedelere adaletle dağıtılması demektir. İslam ahlakının hakim olduğu bir yerde meskenleri hırsızlardan korumak için üç kilitli çelik kapılara lüzum yoktur. İslam dini hırsızların elini kesmekten ziyade hırsızlığın kökünü keser. Bir İslam şehrinde çantanızı, cüzdanınızı düşürdünüz veya kaybettiniz... Binde 999 ihtimalle size geri gelir. Hastalandınız, komşulardan size tas tas şifalı hasta çorbaları gelir. Bir İslam ülkesinde on üç yaşındaki kızlar artist veya manken olmak için evden kaçmazlar. Kaçsalar bile ırzlarına geçilmemiş olarak evlerine geri getirilirler. İslam ahlakının hükümferma olduğu şehirlerde mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız olur. İslam ahlakı insanı insana melek kılar. Eski İstanbul'da dibeğe benzeyen içleri oyuk sadaka taşları varmış. Gelip geçenler içine biraz para atarmış. Muhtaçlar ellerini sokar, biraz para alırmış... Hiç kimse paranın hepsini almazmış. Eski İslam şehirlerinde sosyal sigorta falan yokmuş ama Müslümanlık varmış, paylaşma ve yardımlaşma ahlakı varmış. Kimse aç, çıplak, yersiz yurtsuz kalmazmış. Fakirler imarethanelere gider karınlarını doyururmuş. Yolcular kervansaraylarda üç gün kalabilir, bu esnada kendilerine ve binitlerine bakılırmış. Suç her toplumda işlenir, bu suçlara her toplumda ceza verilir ama İslam beldesinde suçlar ve cezalar istisnaî olur, yüzde biri değil, binde biri geçmez. Müslüman bir toplum yalana, harama, zinaya, ribaya, fıska fücura batmışsa onun Müslümanlığı özde değil, yüzeydedir. Peygamber (Salat ve selam olsun ona) ne buyurmuş: "Kendi kızım Fâtima hırsızlık yapmış olsaydı, vallahi onun da elini kestirirdim..." İslam mürüvvet ve fütüvvet (gönül yiğitliği) demektir. Bu ikisinin olmadığı yerde İslam'ın ismi ve resmi vardır. Evet Norveç, Japonya, Yeni Zelanda din ve iman bakımından Müslüman değil ama ahlak bakımından bizden çok daha Müslüman. Allah onlara iman nasip etsin. İslam dünyasının bugünkü hali onların hidayetine set çekiyor. Kötü Müslümanlar, İslam'ın önündeki en büyük engeldir. Namaz Müslümanı kötülüklerden alıkoyar. Türkiye Müslümanlarının büyük kısmı günlük namazları terk etmiş ve kötülükler toplumu sarmış kucaklamış. Namaz kılanların bir kısmının namazı da, onları kötülükten ve azgınlıktan vaz geçirtmiyor. Demek ki, namazı dosdoğru kılmıyorlar. Müslüman bir ülkede hiç yaygın, genel, yoğun rüşvet alınır verilir mi? Norveç'te, Japonya'da, yeni Zelanda'da bizdeki gibi rüşvet var mı? Medya yayınladı: Yalnız yaşayan 81 yaşındaki adamcağız apartmandaki dairesinde ölmüş, beş buçuk ay sonra yeğeni Almanya'dan gelmiş aramış, kapı açılmayınca polise haber vermiş, çilingir çağırıp açtırmışlar. Adamın cesedi ile karşılaşmışlar. Ödenmemiş elektrik faturaları ve bazı evrak kapının önünde yığılı duruyormuş. Bir komşusu bile bu yalnız ihtiyar adama ne oldu diye sormamış, merak etmemiş, ilgilenmemiş... Bir İslam toplumumun hali bir afet olduğunda anlaşılır. Bir Japonya'ya bakınız, bir de bize. 17
ağustos büyük depreminde enkazın içinde kalmış bir kadın cesedinin kolu görünüyor, kolunda bilezikler var, kahrolası yağmacılar balta ile bileğini kesip bilezikleri çalmışlar. Bir yerde İslam ahlakı varsa böyle vahşetler olmaz. İstisna olarak meydana gelirse böyle bir ceza verilir ki, bir daha hiçbir canavar böyle bir şey yapmaya cesaret edemez. Evet, İslam ahlakı... Ah İslam ahlakı... Vah İslam ahlakı... * (İkinci yazı) Ben Neler Gördüm Siz hiç insan büyüklüğünde hamam böcekleri gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç insan büyüklüğünde çok zehirli akrepler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç iki metre uzunluğunda tezek böceklerini gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz insan boyunda kan içen dev sivrisinekler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz konuşan, yazan bilgiç domuzlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç kravatlı, silindir şapkalı, diplomalı kurtlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz papyonlu, fraklı, gümüş saat köstekli tilkiler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz dans eden tavşanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz doktora yapmış entelektüel sırtlanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz arya söyleyen kara kargalar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Evet çok şeyler gördüm. Berberlik yapan pireler gördüm. Dellallık yapan develer gördüm. Yaşı babasından büyük çocuklar gördüm. Kavağa tırmanan balıklar gördüm. Aşağıdan yukarı akan sular gördüm. Altın rengi gök gördüm, portakal rengi deniz gördüm. Bin kocadan arta kalmış bâkireler gördüm. Yaşayan ölüler gördüm. Ölmeden önce ölenler gördüm. Bütünden büyük parçalar gördüm. Hayvan gibi insanlar gördüm. İnsan gibi hayvanlar gördüm. Ağlaması gerektiği halde gülenler gördüm. Gülmesi gerekirken ağlayanlar gördüm. Hiç olan hepler gördüm. Hep olan hiçler gördüm. Kırk yıl boyunca namusuyla karı, uyuşturucu satan, hırsızlık yapan namuslu baylar ve bayanlar gördüm. Sadık köpekler, vefalı kediler gördüm. Öleceğini anlayınca bir kenara çekilip sessizce can veren kuşlar gördüm. Vefa gördüm, hıyanet gördüm. Gün gördüm, gece gördüm, alacakaranlık gördüm. Muhlis gördüm, münafık gördüm. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe gördüm. Tokluktan çatlayıp geberen gördüm, açlıktan kıvranan gördüm. Güler yüzler gördüm, abus çehreler gördüm. Saraylarda keyf çatan sefil nankörler gördüm. İzbelerde yaşayan sultanlar gördüm. Göklerde, denizlerde, taşlarda esrarlı yazılar gördüm. Yerden biten yeşillikleri "Vahdehu lâ şerike leh" gûya gördüm. Zikr eden hayvanlar, böcekler, balıklar, bitkiler gördüm. Hû çeken dervişler gördüm. Ayık sarhoşlar, sarhoş ayıklar gördüm. Çok akıllı deliler, çok kaçık akıllılar gördüm. Tesettürlü çıplaklar gördüm. Çok zengin fakirler gördüm. Çok fakir zenginler gördüm. Bahar gördüm, yaz gördüm, sonbahar gördüm, kış gördüm. "Bağ-dehrin hem hazânın, hem baharın görmüşüz Biz neşatın da, gamın da rüzgârın görmüşüz" İster inanın ister inanmayın, gerçekten çok ama çok acayip şeyler gördüm.

Wednesday, November 9, 2011

Ofsayt taktiği sürpriz miydi?

Eylül’de Trabzonspor, İstanbul Belediyespor’u konuk etmiş ve son 10 dakikaya golsüz girilmişti. Güneş gol istiyordu, ofansif bir değişiklik yapmak için 80. dakikada dönüp, kulübesine baktı. Orada şu adamlar oturuyordu: Zeki, Ferhat, Aykut, Celutska ve Sezer! Güneş çareyi oyuna Celutska’yı sokup Serkan’ı sağ açığa göndermekte aradı. Tabii ki bu hamle yaraya derman olamadı.

Aynen dün gece gibi... Dakika 80, rakip 10 kişi, Adrian dökülüyor. Güneş ofansif bir değişiklik yapmak istiyor. Dönüp kulübeye baktığında Onur, Mustafa, Ferhat, Sapara ve Aykut’u görüyor! Çareyi Aykut’u oyuna sokup Colman’ı öne göndermekte arıyor. Tabii ki bu hamle de yaraya derman olmuyor.

Rakip zaten (Oliseh’in yokluğunda) neredeyse hiç kenar hücumu yapamıyorken, üstelik 10 kişi kalmışken ve sahada Doumbia’sızken bu kritik fırsat değerlendirilemiyor...

Evet, Trabzon’un kadrosu (özellikle Şampiyonlar Ligi için) kısıtlı. Zaten Güneş 4 maçta sadece 13 farklı oyuncusuna ilk 11 şansı verdi; çünkü Devler Ligi için yeterli ancak bu kadar adamı var. Lâkin savunması sorunlu CSKA’yı yenmek için Trabzon yapabileceği her şeyi yaptı mı, işte bu noktada tereddütlerim var.

Motivasyonla, hırsla, inanmayla maç kazanıldığına milletçe kalıbımızı basarız; ama çalışmanın önemini maalesef pek kolay kavrayamayız...

Dün gece hemen hemen hiçbir pozisyonu şutla bitiremedik; çünkü tek başına Burak sadece 48 dakikada tam 6 kez ofsayta düştü. Gerçi bu Burak’ın bireysel rekoru değil; çünkü milli takımın santrforu bu sene Karabük karşısında sadece 20 dakikada 6 ofsayta düşmeyi başarabilmişti! Belli ki ofsayt taktiği uygulayan takımlara karşı Trabzon’un hücumu son derece aksıyor.

Karabük’ün ofsayt taktiği uygulaması sürprizdi ve Güneş buna bir önlem alamadı; peki CSKA’nın bu düşüncesi önceden bilinemez miydi?

Moskova ekibi Şampiyonlar Ligi’nde 4 maçının hepsinde ofsayt taktiği uyguladı; Lille’i 6, Inter’i 5, Trabzon’u da ilk maçta tam 10 kez bu tuzağa düşürdü! Ve siz bu takımla ikinci kez oynayıp hâlâ rekor sayıda ofsayta düşüyorsanız; geriden sürpriz adamları çıkarıp CSKA’yı kendi tuzağında boğmuyorsanız bu işte bir eksiklik var demektir.

O eksiklik de büyük bir ihtimalle maç öncesi çalışmayla, rakibi analiz etmeyle ilgili olabilir maalesef...

ŞARAMPOLDEN ZİRVEYE!

ŞARAMPOLDEN ZİRVEYE!
Usta kalem Yılmaz Özdil'in kendine has tarzıyla bu haftanın spor gündemine bakışı...

Hayatı futboldu... Ancak, gol atmayı değil, gol kurtarmayı seviyordu. Kaleci oldu. Adana’nın amatör İncirlik takımında başladı. Müthişti. Bi anda parladı, profesyonel oldu, herhangi bi sıra takımına filan değil, direkt İstanbul’a ışınlandı, Beşiktaş’ın formasını giydi.
***
Güzel ve başarılı günler geçirdi Beşiktaş’ta... Ama, futbolcunun kaderi, gün geldi, ayrıldı, Balıkesirspor’a gitti. Oradan Antalyaspor’a geçti. Altı sene kaldı Antalya’da... İki defa Süper Lig’den düşme hüznünü yaşadı, iki defa şampiyon olup, Süper Lig’e çıkma sevincini.
***
Antalya’nın yeri başkaydı. Çünkü orada evlendi, orada baba oldu.
***
Üstelik... Antalyaspor tarafından evlendirildi. 83-84 sezonuydu. Antalya küme düşmüştü. Kulübün kasası tam takırdı, belki de tarihinin en kötü ekonomik durumunu yaşıyordu. Bırak transfer taksitlerini, maç başı paraları bile ödenemiyordu. Gel gör ki, aşık olmuştu. Evlenmek istiyordu. Başkan Dündar Uluğkay’a gitti, derdini anlattı. “Oğlum para yok, halimiz malum” cevabını aldı. Boynu bükük ayrılırken, kıyamadı başkan, “Asbaşkan’a git, halletsin” dedi.
***
Sevinçten uçarak Asbaşkan’a gitti, kapısını çaldı. Mahmut Tunalı’ydı Asbaşkan... Derdini anlattı. Asbaşkan şöyle bi durdu, düşündü, “Sırası mı be oğlum” dedi. Sonra, o da kıyamadı, “Osmanlı Kuyumcusu’nu biliyorsun, git oraya, benim adımı ver, para ödeme, lazım olduğu kadar altın al, başka bi kuyumcuya git, bozdur, düğününü yap” dedi... Unutulmaz abilikti.
***
Evlendi... Antalyaspor camiası, en dar anında, bir futbolcusunun yuva kurmasını sağlamıştı.
***
Artık eskisinden de fazla bağlıydı formasına... Manevi destek, maddi desteğin çok önüne geçmişti. Neticede, zor günler geride kaldı. 1985’te oğlu doğdu, baba oldu. Dedim ya, güzel günler geri gelmişti. Oğlunun dünyaya geldiği sene, Antalyaspor yeniden Süper Lig’e çıktı.
***
Gel zaman git zaman, yaş ilerledi, Antalya’nın kalesini gençlere bıraktı, ekmeğini futboldan kazanan bi emekçi olarak, Tavşanlı Linyit’e gitti. Oradan Kemerspor’a geçti.
***
En son...
Şarampolspor’a.
***
Her çıkışın bi inişi vardır derler... Öyle olmuştu. Beşiktaş gibi bir devin formasıyla başlayan yolculuk, çeşitli kavşaklardan geçtikten sonra, Antalya’nın amatör Şarampolspor’unda son bulmuştu. Aktif futbolu orada bıraktı.
***
Kulübeye geçti. Antrenörlüğe başladı. Altı sene boyunca, Antalyaspor’un minik takımından, PAF takımına kadar, altyapısının her kademesinde görev yaptı. Oğlu büyümüştü. 13 yaşına gelmişti. Ve, oğlu da, hayatının en önemli kulübü
Antalyaspor’un altyapısında oynuyordu.
***
Oğlu, süper yetenekti.
***
Babasının aksine... Gol yememeyi değil, gol atmayı seviyordu. Santrfordu.
***
Baba-oğul’un yolları, 2000 senesinde ayrıldı. Baba, ailesinin geçimini sağlamak için, yollara düştü, Malatya’ya, Trabzon’a, Karşıyaka’ya, Gençlerbirliği’ne gitti, kaleci antrenörlüğü yaptı.
***
Oğul, Antalya’da kaldı. 2002’de, 17 yaşındayken, profesyonel oldu, annesiyle babasının evlenmesine, kendisinin dünyaya gelmesine vesile olan Antalyaspor’un formasını giydi.
***
Antalyaspor’un yeniden Süper Lig’e çıkmasına büyük katkısı oldu. Kaderin cilvesi olsa gerek, gene babası gibi, İstanbul’a ışınlandı, Beşiktaş’a transfer edildi. Tigana’nın gözdesiydi. Tigana kovulup, Ertuğrul Sağlam gelince, işler sarpa sarmaya başladı, yedek bırakıldı.
***
Bilahare, Manisaspor’a gönderildi. Kırılma noktasıydı. Şampiyonluğa oynayan takımdan, küme düşmemeye oynayan takıma postalanmıştı. Henüz 21 yaşındaydı. Morali sıfırdı. İlk üç maç ayağına top değmedi. Futbolu bırakmaya karar verdi. İşte tam o anda...
***
Babasından telefon geldi. Ömrü boyunca sesini bile yükseltmeyen baba, oğluna ilk kez bağırıyordu: “Kendini toparla, futbola odaklan, aksi takdirde hakkımı sana helal etmem!”
***
Bu fırça, hayata geri döndürdü. Hırslandı, futbola sarıldı. Fenerbahçe’ye transfer oldu.
***
Ancak, bu defa da karşısına Luis Aragones engeli çıkmıştı. Fenerbahçe Yönetimi dört senelik imza attırmıştı ama, İspanyol hoca belli ki, bu çocuğu istemiyordu. Yedek bıraktı.
***
Eskişehirspor’a kiralandı. Morali gene sıfıra indi. Ama, bu sefer teslim olmadı. Elinden geleni yaptı. Ve, bir sene sonra, hayatının en önemli transferi gerçekleşti. Trabzonspor’a gitti.
***
Gencecik yaşında 3’üncü kez ayağa kalkmış, 3’üncü büyük kulübün formasını giymeyi başarmıştı. Üstelik bu sefer, Şenol Güneş vardı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kalecisi olan Şenol Güneş, kaleci’nin oğlu’na sahip çıktı, adeta yeniden yarattı. Mucizeydi.
***
Evet...
O çocuk, Burak Yılmaz.
***
Hem Türk Futbolu’nun, hem Trabzonspor’un, hem Milli Takım’ın ümidi, en büyük yıldızı.
***
Şimdilik 11 gol attı.
Açık ara, Gol Kralı olacak.
***
Futbolu bırakmaya karar verip, şarampol’e yuvarlanacağı sırada... Futbol hayatı Şarampolspor’da sonlanan babasının hamlesiyle, zirveye çıkmayı başaran evlat.
***
Baba’ya gelince...
***
Fikret Yılmaz.
Adana’yı, İstanbul’u, Balıkesir’i, Antalya’yı, Kütahya’yı dolaşıp, Şarampolspor’da kontağı kapattı. Sonra tekrar marşa bastı, antrenör olarak, Malatya’yı, Trabzon’u, İzmir’i, Ankara’yı dolaşıp, Kayseri’ye geldi. Ama, bu sefer antrenör olarak değil. Teknik direktör olarak.
***
Erciyesspor’un teknik direktörü o... Bank Asya’da lider... Süper Lig’in en büyük adaylarından.
***
Anadolu yollarında kilometre yapıp, futbol hayatını Şarampol’de sonlandıran... Şarampol’e yuvarlanmak üzere olan oğlunu, zirveye taşıyan... Ve, kendisi de zirveye çıkan bir baba.
***
Burası ABD olsa...
Hollywood’ta film olur kardeşim.