Saturday, August 21, 2010

Osmanlı'nın sonunu getiren adam

Bir padişahı tahtından eden ve Osmanlı gibi bir Cihan İmparatorluğu'nu tarihe gömen uygulamaların bir numaralı mimarı Talat Paşa'dır.

* Osmanlı'nın sonunu getiren adam -

Çeşitli vesilelerle Talat Paşa ve arkadaşlarının mel'anetlerini anlatmaya çalıştığımız sayfamızda bugün de onların başka bir icraatının sonucunu göstermeye çalıştık. Dışında kalmamız mümkünken bir oldu-bittiyle dahil olduğumuz Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkemiz düşman çizmeleri altında çiğnetilmiştir. Sebeplerini bir başka yazımızda anlatacağımız Mondros Mütarekesi'nin özellikle maddelerini okurken bugünkü gelişmeleri de gözönünde bulundurmanızı tavsiye ederiz.


Birinci Dünya Savaşı'na girişimizin simgesi: Goeben (Yavuz)

Alman Donanması'nda 1911'de Hamburg tersanelerinde yapılan Moltke sınıfı iki gemiden biri olan SMS Goeben ağır kruvazörü (Yavuz), 1912'de Alman Akdeniz Savaş Filosu'na katıldı.O yıllarda Akdeniz'in en kuvvetli gemisiydi.

3 Ağustos'ta Osmanlı Donanması'na katılma emrini alan Amiral Souchon yönetiminde 10 Ağustos'ta Breslau(Midilli) ile birlikte Çanakkale Boğazı'ndan Marmara'ya giren geminin, 16 Ağustos'ta Osmanlı Devleti'ne satıldığı Alman Hükümeti tarafından açıklandı. Türk'leri bir an önce savaşa sokmak için Amiral Souchon Alman yanlısı Erkan-ı Harbiye Reisi Enver Paşa ile 29 Ekim 1914 te Rusya'nın Sivastopol liman kentine bir baskın planladı ve uyguladı. Osmanlı Donanması tarafından "Yavuz Sultan Selim" ismi verilmiş gemi bu baskında görev yaptı. 2 Kasım'da da Rusya Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti.
Milli mücadeleyle gelen antlaşma: Mudanya Mütarekesi

Büyük Taarruzun zaferle sona ermesi üzerine İtilâf Devletleri TBMM'ne mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Türk ordusu ile İngiliz işgal kuvvetleri arasında bazı gerginlikler yaşandıysa da görüşmeler 3 Ekim 1922'de Mudanya'da başladı.

Görüşmelerde TBMM hükümetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya'da bulundular. İngiltere'yi General Harrington, Fransa'yı General Charpy ve İtalya'yı da General Monbelli'nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sariyanis'i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmamışlar ve olan biteni bir gemiden izlemekle yetinmişlerdir.

Zaman zaman gergin anların yaşandığı , hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu ve Türk ordusunun yeniden harekat hazırlıklarını giriştiği mütareke görüşmeleri 11 Ekim 1922 tarihinde uzlaşmayla sonuçlanmıştır.

Mütarekeyi kabul etmek istemeyen ve imzalamaktan kaçınan Yunan hükümeti aradığı desteği bulamamış ve sonuçta 14 Ekimde Mudanya Mütarekesi'ni imzalamak zorunda kalmıştır. Bu arada TBMM, Doğu Trakya'nın teslim alınması ve burada bir Türk yönetiminin kurulmasıyla ilgili olarak Refet Paşa'yı görevlendirmiştir. Refet Paşa 19 Ekim 1922'de TBMM temsilcisi olarak İstanbul'a girmiş ve halkın büyük bir coşkusuyla karşılanmıştır.

Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan çatışmasının sona erdirilmesi ve Doğu Trakya'nın kurtarılması gibi gelişmeler Türk tarafının lehine sonuçlar doğuracak gelişmeler olarak göze çarparken, İstanbul ve Boğazlarda Türk egemenliği tam anlamıyla kurulamamıştır. Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya'ya ordu geçirilememesi, barış konferansı öncesinde Türk hükümetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu hükümler, birçok noktada önemli kazanç sağlayan Mudanya Mütarekesi'nin zayıf halkalarından bir kısmı olarak değerlendirilebilir. 11 Ekim 1922

İttihat ve Terakki yönetiminin bir oldu-bittiyle Birinci Dünya Savaşı'na soktuğu Osmanlı'yı bitirme planının en önemli senaryosu
Mondros Antlaşması

Limni adasının Mondros Limanı'nda Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Orbay'ın Başkanlığı'nı yaptığı Osmanlı Heyeti ile İngiliz Amiral Calthorp'un Başkanı olduğu İtilaf Devletleri Heyeti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi ile silahlı çatışma sona ermiştir. 1. Dünya Savaşını bitiren bu Antlaşma aslında çok ağır şartlar taşıyordu. Mondros Mütarekesi Osmanlı Devleti'nin yıkılışını öngörmekte; İtilaf Devletlerine Osmanlı İmparatorluğunun herhangi bir bölgesine, güvenliklerini tehdit edecek bir durum nedeni ile işgal hakkını tanımakta idi. Mondros Ateşkes Antlaşması ile İtilaf Devletleri, barış antlaşmasının imzalanmasını beklemeden, Türk Topraklarının taksimine giriştiler. Ateşkes Antlaşmasının 7. maddesi, bütün bir memleketin işgali için İtilaf Devletlerine imkan veriyordu.

25 Maddeden oluşan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti'nin devlet olma özelliğini ortadan kaldıran; Ordu bağımsızlığını yok eden; İtilaf Devletleri'ne Osmanlı topraklarım işgal hakkı sağlayan özelliklere sahipti. 30 Ekim 1918
İşgal için bahaneler üretildi

13 Kasım 1918'de İtilaf donanmalarına mensup bir filo, ateşkesin 1. maddesi uyarınca Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki askeri tesisleri işgal etti. Aralık 1918 ve Ocak 1919 aylarında Fransız ve İngiliz birlikleri, 10. ve 16. maddeler uyarınca Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Kilis ve Antep'e girdiler.

11-26 Kasım tarihleri arasında Türk ordusu Batum, Ardahan, Ahıska ve Kars'ı tahliye etti. Bu yerlerde Türk direniş örgütlerinin denetiminde, Sovyet modelinden esinlenen milli şura hükümetleri kuruldu.

İtalya Fransızların Kilikya (Adana) bölgesine girmesini kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit sayarak protesto etti. 22 Mart 1919'da anlaşmanın 7. maddesini gerekçe göstererek tek taraflı olarak Antalya'yı işgal etti. Bu olay Paris'teki barış konferansında diplomatik bir krize yol açtı. Nisan ayında İtalya bir ay süreyle barış konferansını terketti.

Bu olaylar dışında anlaşmanın ilk altı ayı önemli gerilimler olmadan geçti. İstanbul'daki İtilaf temsilcileri ile Türk hükümeti arasındaki en ciddi sorunlar, eski İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaş ve tehcir suçları nedeniyle yargılanması ve tutuklanması konusundan doğdu.

Anlaşmanın nisbi sessizlik dönemi Mayıs 1919 başlarında sona erdi. Bu tarihte Paris Barış Konferansı, Mondros'ta verilmiş sözlere aykırı olarak, İzmir'in Yunanlılarca işgali kararını aldı. Aynı günlerde Osmanlı Devleti'nin birçok köşesi İtilaf devletlerince işgal edildi; Kars ve Batum milli şura hükümetleri İngilizler tarafından dağıtıldı. Aynı günlerde ilan edilmesi beklenen barış anlaşması belirsiz bir geleceğe ertelendi.
Antlaşma maddeleri

*Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz'e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.

*Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.

*Karadeniz'deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.

*İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul'da teslim olunacaktır.

*Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.

*Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.

*İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

*Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.

*İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.

*Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.

*İran içlerinde ve Kafkasya'da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.

*Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.

*Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

*İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye'den temin edeceklerdir.(Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)

*Bütün demiryolları, İtilaf Devletleri'nin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.

*Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak'taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri'nin kumandanlarına teslim olunacaktır.

*Trablus ve Bingazi'deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

*Trablus ve Bingazi'de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.

*Asker ve sivil Alman ve Avusturya tebası, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.

*Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletleri'ne teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.

*İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.

*Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletleri'nin nezdinde kalacaktır.

*Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.

*Vilayeti sitte adı verilen 6 vilayet(Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis)'te karışıklık çıkması halinde bu vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkına İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

*Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.
Kronoloji

2 Ekim 1923 İstanbul'un Müttefik Kuvvetleri'nce boşaltılışı.

3 Ekim 1990 Doğu ve Batı Almanya birleşti.

4 Ekim 1628 Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin vefatı.

4 Ekim 1992 Bosna Tıp Merkezi son 6 ayda 1447 çocuğu şehit verdiklerini 1000 çocuğun da ağır yaralı olduğunu açıkladı.

5 Ekim 1931 Başbakan İsmet (İnönü) Paşa ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)'ın, Yunanistan'ı ziyaretleri sırasında Türk - Yunan Dostluk Antlaşması yürürlüğe konuldu.

6 Ekim 1923 Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk Birlikleri İstanbul'a girdi. İstanbul'un kurtuluşu.

7 Ekim 644 Hz. Osman halife oldu.

7 Ekim 1917 Rusya'da komünist ihtilali yapıldı.

7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı.

7 Ekim 1973 Arap-İsrail Savaşı.

7 Ekim 2001 ABD ve İngiltere, Afganistan'a "Sürekli Özgürlük" adında askeri harekat başlattı.

8 Ekim 1912 Balkan Savaşı başladı.

8 Ekim 1925 İstanbul'da Yahudi ve Ermeni Ruhani Başkanları, Lozan Andlaşması'nın, azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerinin tanıdığı haklardan vazgeçerek, Türk toplumu içinde Türk yasalarıyla yaşamak istediklerini açıkladılar (7 Ocak 1926'da ise Rum topluluğu aynı açıklamayı yapmıştır)

8 Ekim 1990 El-Aksa'da Kanlı Pazartesi.

9 Ekim 1431 Yanya Kalesi'nin fethi.

10 Ekim 680 Hz. Hüseyin (r.a)'in şehadeti

11 Ekim 1972 Millî Selamet Partisi kuruldu.

11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması.

11 Ekim 1924 TBMM yeni binasına taşındı. Cumhuriyet Bayramı'nın ilk kutlama töreni burada yapıldı.

13 Ekim 1971 Ömer Nasuhi Bilmen'in vefatı.

14 Ekim 1992 Mısır'da deprem: 1080 ölü.

15 Ekim 1961 Türkiye'de yeni Anayasa'ya göre ilk meclis ve senato seçimlerinin yapılması.

17 Ekim 1448 Kosova Savaşı.

17 Ekim 1951 Türkiye'nin NATO'ya katılmasıyla ilgili protokol, Londra'da imzalandı.

17 Ekim 1950 İlk Türk Tugayı'nın Kore'ye çıkışı.

19 Ekim 1448 II. Murat'ın Kosova Zaferi.

22 Ekim 1596 1. Haçova Savaşı.

3 Ekim 1853 Kırım Harbi'nin başlaması.

29 Ekim 1923 Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanı.

29 Ekim 1924 Milletler Cemiyeti Konseyi'nin, Türk - Irak sınırını Musul'u, Irak'a bırakacak biçimde saptaması.

30 Ekim 1918 Mondros Antlaşması.

31 Ekim 1919 Sütçü İmam, Fransız işgalcilere ilk kurşunu attı.

Meşrutiyet'le ne oldu?

Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalanmaya götüren uygulamaların biridir Meşrutiyet'in ilanı. Bu ayki sayfamızda gelişimini anlatmaya çalıştığımız Meşrutiyetin ilanındaki aktörler ise zaman içinde ülkeden sürgün edilmiş, o iyi bildikleri Batılılar tarafından aşağılanarak son günlerini sefalet içinde geçirmişlerdir. Bugün de batı taklitçiliğinde sınır tanımayan, fildişi kulelerde yaşayarak ahkam kesmeye kalkanların bakması gereken en iyi adrestir tarih sayfaları.

* Meşrutiyet'le ne oldu? -

Birinci Meşrutiyetin ilanı

Midhad Paşa öteden beri Meşrutiyetin taraftarı idi. Lakin ismini ve bazı kitaplarda medhidini işitmekle hasıl olmuş bir taraftarlık. Midhad Paşa, Meşrutiyet'in Avrupa'ya te'min etmiş olduğu faydaları yalnız görüş, fakat o ümranın diğer saik ve sebeplerini tetkik etmemişti. Sulfato (kinin), her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi; usul-i meşrutiyetin de her kavme, her istidad-ı milliye müfid olamıyacağını zannederdim; şimdi ise muzır olduğuna kaniim." (Sultan ikinci Abdülhamid Han)

Avrupa devletleriyle yapılan antlaşmaların ortaya çıkardığı ekonomik sıkıntılar Osmanlı'nın büyük sıkıntılar yaşamasına sebep oldu. Özellikle 1789 yılındaki Fransız Devrimi'nin etkileriyle ortaya çıkan özgürlükçülük ve ulusçuluk akımları sıkıntının daha da büyük bir şekilde hissedilmesine yol açtı. 17. yüzyıldan itibaren kaybedilen topraklar ve imzalanan ticaret anlaşmaları sebebiyle ülkeye giren mallardan düşük gümrük vergileri alınıyordu. Bu hem devletin gelirlerini azaltmış hem de yerli sanayinin gerilemesine yol açmıştı.

Balkanlar'da bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar çıktı. Balkanlar'da ve Ortadoğu'da çıkar çatışmaları içindeki Avrupa devletleri ile Çarlık Rusyası da zaman zaman bu hareketleri desteklediler. Osmanlı sınırları içindeki Müslüman olmayan halkların durumlarının düzeltilmesi gerekçesiyle Osmanlı Devleti'ni reformlar yapmaya zorladılar. 1839'daki Tanzimat Fermanı ile 1856'daki Islahat Fermanı'nın ilanları bu tür koşullarda gerçekleşti.
Midhat Paşa ve arkadaşlarının ayak oyunları

1860'larda Yeni Osmanlılar isimli bir oluşum ortaya çıktı. Namık Kemal ve Ziya Paşa etrafında toplanan bir kaç kişi, Avrupa ülkelerindeki anayasal monarşilerden etkilenerek Osmanlı Devleti'nin meşrutiyetle yönetilmesi gerektiğini savundular. Osmanlı Devleti, 1850'lerden itibaren dış borç almaya başlamış 1870'lere gelindiğinde devlet hem ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklenmişti. Bu bunalım sırasında Midhat Paşa ve arkadaşları 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine Beşinci Murat'ı geçirmek istediler. Ancak V. Murat reform isteyen bu kişilerin isteklerine cevap verebilecek kadar ruh sağlığı yerinde olmayan biriydi. Tahttan indirilerek yerine Sultan İkinci Abdülhamid Han geçirildi.
Meclisin ilk işi Rusya'ya savaş ilanı

Abdülhamid tahta çıktığında Balkanlar'da ayaklanmalar başlamış, Çarlık Rusya'sı Osmanlılara bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletlerinin İstanbul'da toplanılan bir konferansta Balkan sorununu tartıştıkları ve Osmanlı Devletinden reformlar yapmasını istedikleri sırada, II. Abdülhamit siyasal bir manevrayla 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi'yi (anayasa) ilan etti. Böylece meşruti yönetime geçilmiş oldu.

1876 Anayasası olarak da bilinen Kanun-i Esasi, aslında padişahın egemenlik haklarına bir kısıtlama getirmiyordu. Yürütme yetkisini tümüyle elinde tutan padişah, sadrazam ve vekilleri (bakanları) istediği gibi atayıp görevden alabiliyordu. Meclisin vekiller üzerinde denetim yetkisi yoktu. Padişah, istediğinde meclisi kapatma ve yeniden seçimlere götürme yetkisine de sahipti. Ayrıca padişah, "kamu yararı için" gerekli gördüğü kişileri sürgüne gönderebilirdi.

Kanun-i Esasi uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebusan, üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de Âyan Meclisi deniyordu. İki meclisin oluşturduğu parlamento Meclis-i Umumi (Genel Meclis) olarak adlandırılmıştı. Âyan Meclisi'nin başkan ve üyeleri doğrudan padişah tarafından atanıyordu. Anayasaya göre Genel Meclis padişahın buyruğuyla Kasımda açılıyor, Mart başında çalışmalarını tamamlıyordu....

II. Abdülhamid iç ve dış baskılar yüzünden meşrutiyeti ilan etmiş ve Midhat Paşa'yı sadrazam yapmıştı.

Gayrimüslimlerin de yer aldığı Meclis-i Mebusan'ın ilk işi Rusya'ya harp ilanı oldu. 93 harbi diye tarihe geçen bu savaş, Osmanlı Devleti için tam bir felaketti. Ruslar İstanbul önlerine kadar geldi. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan İstanbul'a hicret etti. Mütareke isteyen Sultan Abdülhamid, ilk iş olarak devleti parçalanma ve yok olma yoluna doğru götüren Meclis-i Mebusan'ı kapattı ve devlet idaresini eline aldı. Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı Devleti Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, Kars, Ardahan ve Batum'u kaybediyordu. Ancak İngiltere ile anlaşan Abdülhamid Han, Kıbrıs'ı geçici bir süre için kiralayarak yeniden topladığı Berlin Konferansı'nda kaybedilen toprakların bir kısmına sahip oldu.
Sadrazamın ilk işi patrik ziyaretleri

Kanuni Esasinin ilanını Hıristiyanlar ve diğer azınlıklar sevinçle karşıladı. Midhat Paşa, Ermeni ve Patrikleri ziyaret ederek onlardan destek istedi. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa bir Sadrazam, Ermeni ve Rum patriklerini ziyaret ediyordu.

"Usul-i meşrutiyetin her kavme, her istidad-ı milliye müfid olamıyacağını zannederdim..."

Batı'ya şirin gözükmek ve makam kaygısı içindeki bir kaç kendini bilmezin icadı olmuştur. 1876 Kanun-i Esasi'si (Anayasa) çalışmalarını Server Paşa başkanlığındaki bir heyet yürütmüştür. Server Paşa önceki sultan Abdülaziz devrinde çeşitli nazırlıklarda ve elçiliklerde bulunmuş bir devlet adımıdır. Heyet ise, 10 tane ilim adamı, 16 mülkiye memuru ve 2 subaydan müteşekkildir. Heyette ayrıca 3 tane de Hıristiyan müsteşar bulunmaktadır.
Üç taslak hazırlatıldı

O günlerde biri Midhad Paşa'ya, ikincisi Mabeyn Başkatibi Said Paşa'ya, üçüncüsü de bakanlar kuruluna aid olmak üzere 3 tane taslak hazırlatılmıştır. Uzun müzarekereler ve yapılan birkaç değişiklikle Midhad Paşa'nın hazırladığı taslak benimsenmiş bunun neden böyle olduğu ise 1960 yılında yayınlanan "Abdülhamid'in Hatıra Defteri" isimli kitapta şöyle açıklanmıştır:

"Filvaki o (Midhad Paşa) ötedenberi Meşrutiyetin taraftarı idi. Lakin ismini ve bazı kitaplarda medhidini işitmekle hasıl olmuş bir taraftarlık. Midhad Paşa, Meşrutiyet'in Avrupa'ya te'min etmiş olduğu faydaları yalnız görüş, fakat o ümranın diğer saik ve sebeplerini tetkik etmemişti. Sulfato (kinin), her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi; usul-i meşrutiyetin de her kavme, her istidad-ı milliye müfid olamıyacağını zannederdim; şimdi ise muzır olduğuna kaniim.

Midhat Paşa, Kanun-u Esasi'nin behemehal ilan olunmasını teklif ettiği zaman, hiçbir devletin Kanun-u Esasi'sini tetkik etmemiş ve bu babda esaslı bir fikir edinememişti. Rehberi, Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde en mümtaz hukukşinas değildi. Hele memleketi hiç bilmezdi.

II. Abdülhamid Han'ın "Madem ki millet, kendi mukadderatını bir de kendisi idare etmek tecrümesinde bulunmak istiyor, milletin istediği olsun dedim ve eldeki layihalar arasında Mithat Paşa'nın küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen Hatt-ı Hümayunu çıkardım. Mithat Paşa'nm layihasını öncelikle kabul etmek zorundaydım. Çünkü Mithat adının ebced hesabıyla "Deva-i Devlet" olduğunu keşf ve ilan etmiş olan hasta bir halka, yine onun hazırladığı devayı vermek zorundaydım...Başka türlü susturamazdım." sözleriyle ilan edildi birinci meşrutiyet.
Kronoloji

1 Aralık 1950 Türk Askeri Kore'de Kunuri Zaferini kazandı.

2 Aralık 1888 Namık Kemal öldü.

2 Aralık 1974 Mars'a ilk araç indi.

3 Aralık 1934 Kıyafet Kanunu kabul edildi.

3 Aralık 1950 BM Kuvvetleri Kore'den çekilmeye başladı.

3 Aralık 1967 Hasan Basri Çantay vefat etti.

3 Aralık 1971 Pakistan-Hindistan Savaşı

4 Aralık 1934 İnönü, Churchill ve Roosevelt'in Kahire Konferansı yapıldı.

5 Aralık 1755 Nûruosmâniye Camii ibadete açıldı.

5 Aralık 1934 Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.

6 Aralık 1474 Ali Kuşçu vefat etti.

6 Aralık 1525 Fransa kralı, Kanûni'den yardım istedi.

7 Aralık 19412. Dünya Savaşı'nda Japonlar, Pearl Harbour'a baskın yaptı.

8 Aralık 1941 Amerika, Japonya'ya savaş ilan etti.

9 Aralık 1917 Kudüs, elimizden çıktı.

10 Aralık 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlandı.

10 Aralık 1923 Türkiye Cumhuriyeti İle Arnavutluk Hükümeti arasında Ankara'da "Dostluk Antlaşması" imzalandı.

11 Aralık 1962 MGK Genel Sekreterliği kuruldu.

11 Aralık 1993 Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği İdare Ataşesi Çağlar Yücel, arabasında uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

11 Aralık 1994 Ruslar Çeçenistan'ı işgal etti.

12 Aralık 2000 Etiyopya ile Eritre arasında 2 yıl süren savaşa son veren barış anlaşması Cezayir'de imzalandı.

13 Aralık 1995 Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne katıldı.

14 Aralık 1995 Bosna Barış Anlaşması imzalandı.

16 Aralık 1925 BM, Musul'u Irak'a verdi.

17 Aralık 1273 Mevlânâ vefat etti.

17 Aralık 1941 Türkiye'de ekmek karne ile verilmeye başladı.

18 Aralık 1111 İmâm-ı Gazali vefat etti.

20 Aralık 820 İmam-ı Şâfi vefat etti.

21 Aralık 1972 Doğu Berlin'de Doğu Almanya ve Batı Almanya arasında "Temel Anlaşma" imzalandı.

21 Aralık 1989 ABD, Panama'yı işgal etti.

23 Aralık 1876 I. Meşrutiyet ilan edildi.

25 Aralık 1991 SSCB dağıldı.

25 Aralık 1973 Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü öldü.

26 Aralık 1979 Ruslar, Afganistan'ı işgal etti.

26 Aralık 1925 Uluslararası takvim ve saat kabul edildi.

27 Aralık 1936 İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy vefat etti.

27 Aralık 1939 Erzincan'da deprem

30 Aralık 1517 Yavuz Sultan Selim Kudüs'ü feth etti.

Çocuk eğitiminde Peygamber metodu

Allah'ın, emir ve yasaklarını peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırmasının en önemli hikmetlerinden biri de peygamberlerin, insan olmaları hasebiyle, diğer insanların da izleyebileceği yolu göstermeleri ve o yolun işaretlerini pratik anlamda örneklerle göstermeleridir. Medine İslam Toplumu'nun mükemmelliğini göz önünde bulundurarak, 'hayırlı' bir toplum inşa etmek için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmediğini anlamış oluyoruz.

* Çocuk eğitiminde Peygamber metodu -

Önce kul, sonra resul olan Hz. Peygamber'in de modern bir toplumda yaşadığını, modern dünyanın bütün araçlarıyla onun da hanesine ve yaşantısına müdahale ettiğini fark ettiğimizde, bu yüzyılda içine düştüğümüz kıskaçtan kurtulmanın hem mümkün hem de kolay olduğunu da fark etmiş olacağız demektir. Hz. Peygamber'in ve arkadaşlarının kuşatıldığı dünyanın daha büyük sıkıntılarla dolu olduğunu kabul etmek zorundayız.

Yapılacak tek iş, daha büyük sıkıntıları ortadan kaldırabilen Hz. Peygamber'in mükemmel örnekliğini taklit etmek olacaktır. Hayatın her alanına ilişkin, onun yaşantısından ve duruşundan rol almak, "hayırlı bir ümmet'in yaşadığı bu yüzyılda, 'hayırlı bir toplum'un kurulmasını kolaylaştıracaktır.

Çocuk eğitimi, nikâhla başlar!

İslami anlayışta, çocuk eğitiminin doğumun çok öncesinde, yani evlilik akdiyle başladığı kabul edilmektedir. Hz. Peygamber (sav)'ın eş seçimine yönelik "...Siz dindar olanını seçin" [Buhari, Tirmizi] buyurduğu hadis ve evlenecek adaylarda aranması istenilen denklik, tamamıyla gelecek nesiller için -doğacak çocuklar için- huzurlu bir eğitim ortamının oluşturulmasına yöneliktir.

Efendimiz (sav)'ın, Buhari'de, Müslim'de ve Tirmizi'de geçen fıtrat hadisleri de aynı düzlemde, çocuk eğitiminin evlilik öncesinde planlanması gerektiğini açık ve net bir biçimde ortaya koymaktadır. [Daha geniş bilgi için şu hadislere bakınız: Buhârî, Kader, Cenâiz, 80, 93; Müslim, Kader, 22, 23, 24, 25; Tirmizî, Kader]

Hamilelik döneminden itibaren, çocuğun geleceğini etkileyeceği düşüncesiyle, eşlerin helal-haram çizgisine daha fazla ehemmiyet göstermeleri de gerekmektedir.

Hz. Peygamber, dinleyicilerin durumunu dikkate alırdı!

Buhari'de geçen bir rivayette: Perşembe günleri vaaz eden ve kendisinden her gün nasihatte bulunması istenilen İbn Mes'ûd: "Resûlullah (sav) bize bıkkınlık vermesinden kaygılanarak, vaaz için özel günler seçerdi." diyerek muhatabın psikolojik durumunu dikkate almış ve bu teklifi geri çevirmiştir. İbn Mes'ud'dan öğrendiğimize göre, Allah Resulü (sav), muhataplarının ruhsal durumlarına dikkat ediyordu. Çocuk için, bıkkınlık ve nefrete dönüşen eğitim sürecini sadece anne - babaların suçu olarak adlandırmak gerekiyor. Nitekim Efendimiz (sav) aynı zamanda: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmaktadır. [Buhari] Birçok sahabi, iman esaslarını çocuklarına onların anlayabileceği dilde ve basitlikte öğretmiştir.

Konuşmaya başlayınca Kelime-i Tevhid'i öğretiniz!

Çocuk, İslami inançla ilgili ilk bilgileri, ailede anne ve babası tarafından edinmelidir. Dini eğitim, çocuğun konuşmaya başladığı andan itibaren kademeli olarak verilmeye başlanmalıdır. "Resulullah (sav), Hâşim oğullarının çocukları düzgün konuşmaya başlayınca onlara İsrâ suresinin son ayetini yedi kez tekrarlatarak ezberletirdi." Efendimiz (sav)'ın: "Çocuklarınız düzgün konuşmaya başlayınca onlara (Lâ ilâhe illallah) Kelime-i tevhidi öğretin" [Beyhaki] hadisi, konuşmaya başlamasıyla birlikte çocuklara dini eğitimin verilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Ebeveynler, çocuk psikolojisini iyi öğrenmeliler

Sadece çocuk eğitimi de değil, herhangi bir eğitimde hedefe ulaşmak için, eğitim alanın gerek ruh gerekse beden gelişimi, eğitimi verenler tarafından iyi tahlil edilmelidir. Aynı şekilde çocuk eğitiminde öncelikli iş, çocukların psikolojisini öğrenmekten geçiyor.

Çocuğun psikolojisine, zekâ gelişimine, ruhi durumuna dikkat eden bir eğitim anlayışı şüphesiz daha başarılı olacaktır. Anne babalar, hem konuşmalarında hem de uygulamalarında "İnsanlara derecelerine göre davranın" [Ebu Davud] hadisinin ifade ettiği ölçüyü gözetmek durumundadır. Hangi eğitimin, ne zaman, nasıl ve ne şekilde verileceğini iyi belirlemek, çocukları bıkkınlık ve ilgisizlikten koruyacaktır.

Çocuklara karşı müşfik olunmalıdır

Kur'an-ı Kerim'de, baba-oğul ilişkilerinin anlatıldığı birçok ayette, hitap şekillerinin "yavrucuğum, oğulcuğum" şeklinde olduğu görülmektedir. [Hud, 42; Yusuf, 5; Lokman, 13, 16, 17]

Yaşayan bir Kur'an olan Efendimiz (sav)'ın çocuklarına ve torunlarına hitap şekli de Kur'an'da belirtilen hitap şekillerinden farklı değildir. Sevgi ve rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed (sav)'ın "Küçüklerimize sevgi / şefkat göstermeyen bizden değildir" [Ebu Davud] buyurmaktadır.

Çocuklarına ve torunlarına düşkün olan Efendimiz (sav), Buhari, Müslim, Tirmizi ve İbn Mace'de nakledildiğine göre, torunlarını kucaklayıp bağrına basmış, öpüp koklamış ve böyle yapmamayı da duygusuzluk ve kabalık olarak ifadelendirmiştir. Allah'ın Resulü (sav), çocukları gördüğünde, onları sever, selam verir, nasıl olduklarını sorar, gönüllerini alır ve onlarla şakalaşırdı. Bazen kendi torunlarını bazen de başka çocukları, omzuna alarak toplumun karşısına çıkması [Taberani] ve onlara bir yetişkin gibi davranarak hastalıklarında ziyaret etmesi [Ebu Davud], Hz. Peygamber (sav)'ın çocuklara karşı sevgisini ve ilgisini anlatmaya yetecektir.

Anne-baba çocuklara örnek olmalıdır

Hangi kademede ve hangi alanda olursa olsun eğiticilerin, muhataplarına kazandırmaya çalıştıkları davranış biçimlerini, önce kendi nefislerinde / üzerlerinde uygulamaları gerekmektedir. Eğitmenler ya da anne-babalar, anlattıklarını önce kendileri yaşamalılardır. Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde bu önemli ilkeye dikkat çekilmiş ve sorumlu olanların, başkalarına anlatırken kendilerini unutmamaları istenmiştir. Hz. Peygamber (sav)'ın da hayatındaki en önemli gerçeklerden biri de budur ki, O, yaşamadığı hiçbir şeyi anlatmıyor idi. Anne-babaların da çocuk eğitiminde dikkat etmesi gereken en önemli hususların başında 'iyi örnek olma' gelmektedir. Namaz ve oruç gibi temel ibadetlerden, helal-haram çizgisine uymaya, adalet ve hakkaniyet gibi evrensel değerlere, malıyla ve canıyla cihat etmeye kadar, çocuklara kazandırılmak istenen bütün değerlerin, önce anne ve baba bünyesinde yaşanması gerekmektedir.

Friday, August 20, 2010

İLK KIRMIZI BİR TÜRK HAKEMDEN!


Ana Sayfa

İLK KIRMIZI BİR TÜRK HAKEMDEN!

İLK KIRMIZI BİR TÜRK HAKEMDEN!

Dünya Kupalarında sarı ve kırmızı kart uygulamasına ilk olarak 1970'te Meksika'da düzenlenen kupada başlandı.

Futbola birçok yenilik getiren ve futbolun modernleşmesine büyük katkıda bulunan İngiliz hakem Ken Aston, bu kart uygulamasının yaratıcısı olarak görülüyor. 2001'de 86 yaşında ölen Aston, özellikle 1962'de Dünya Kupası'nda Şili ve İtalya arasında yapılan ve ''Santiago Muharebesi'' olarak nitelendirilen maçı yönetmesiyle hatırlanıyor.

2-0 Şili'nin kazandığı ve aşırı sert geçen maçta 2 İtalyan oyuncuyu oyundan atan Ken Aston, aşil tendonundaki sakatlık nedeniyle bir daha Dünya Kupasında maç yönetmemiş, ancak FIFA tarafından dünya kupalarında görev yapan Hakem Komisyonu'nun başına getirilmiş ve 4 yıl komisyona başkanlık yapmıştı.

KART UYGULAMASISarı ve kırmızı kart uygulaması, 1966'da İngiltere ve Arjantin arasında oynanan Dünya Kupası maçındaki bir olayla doğdu.

O dönemde kart uygulaması olmadığı için hakemler futbolcuları sözle uyarıyor, oyundan atıldıklarında da dışarı çıkmalarını söylüyordu. Maçta Alman hakem Rudolf Kreitlein tarafından uyarılan İngiliz Jack Charlton, sarı kart yerine geçen bu uyarıyı aldığını gazetelerden öğrendi ve doğrulatmak için Hakem Komisyonu Başkanı Aston'u aradı. Wembley Stadı'ndan aracıyla ayrılan Aston, Jack Charlton'ın neden kafasının karıştığını ve buna nasıl çözüm bulunabileceğini düşünürken kırmızı ışıkta durdu. Aston, trafik ışıklarının sarıdan kırmızıya geçişini görünce aklına bunun oyuncular için de kullanılabileceği geldi. Aston'ın aradığı çözüm buydu. Sarı, ''Dikkat et ve sakin ol'', kırmızı, ''Dur, artık oyunda değilsin'' anlamına gelecekti. Aston, böylece özellikle maçı tribünden ya da televizyondan izleyen seyircilerin oyuncuya yapılan uyarı hakkında rahat bilgi alacaklarını düşündü.

FIFA, bu öneriyi kabul etti ve kart kuralı ilk kez 1970'te düzenlenen Dünya Kupası'nda uygulandı, daha sonra da tüm dünyada yürürlüğe konuldu.

İLK KIRMIZI KART BABACAN'DAN1970 Dünya Kupası'nda 33 oyuncu sarı kart gördü, ancak hiçbir oyuncu kırmızı kart görmedi. 1974'te Almanya'daki finallerde Batı Almanya-Şili arasında oynanan açılış maçını yöneten Doğan Babacan, 67. dakikada Şilili Calos Caszely'yi kırmızı kartla oyundan atarak, kupalardaki ilk kırmızı kartı gösteren hakem oldu. 13. dakikada sarı kart gören Caszely, kırmızı kartı Berti Vogts'a yaptığı faul nedeniyle gördü. Maçı 1-0 Batı Almanya kazandı.

ASTON'UN GETİRDİĞİ DİĞER YENİLİKLERİngiliz Aston'ın modern futbola getirdiği yenilikler, sarı ve kırmızı kart uygulamasıyla sınırlı değil. 1966'da hakemin maçı yönetemeyecek duruma gelmesi ihtimaline karşı sahada yedek bir hakem bulundurulması gerektiğini söyleyen Aston'ın bu önerisi de yıllar sonra 4. hakem uygulamasıyla yürürlüğe konuldu. Futbol topunun basıncının net olarak kurallar kitabına sokulmasını da Aston sağladı. Aston, 1974'te oyuna giren ve oyundan çıkan oyuncuların numaralarının tabelalarla gösterilmesi ve oyuncularla seyircilerin kimin değiştiğini daha rahat anlamasını sağlayan kuralı da futbola getiren kişi oldu.

İLK OYUNCU DEĞİŞİKLİĞİ
Sarı ve kırmızı kartın ilk kez uygulamaya sokulduğu kupa olmasının yanı sıra, 1970 Dünya Kupası ilk oyuncu değişikliğinin yapıldığı kupa da oldu. O dönemde maçlarda takımların iki oyuncu değiştirilmesine izin verildi. SSCB oyuncu değişikliği yapan ilk takım oldu. Meksika ile SSCB arasında oynanan maçta, devre arasında Sovyet takımından Viktor Serebryanikov oyundan alındı, yerine Anatoliy Puzach girdi.

KIYAMETİN KOPTUĞU MAÇLAR!


KIYAMETİN KOPTUĞU MAÇLAR!

KIYAMETİN KOPTUĞU MAÇLAR!

Dünya kupaları tarihinde gerilimin çok arttığı, sert geçen ve tekmelerin havada uçuştuğu maçlardan 11'i şöyle:
      
Romanya-Peru (1930)
Dünya Kupası tarihinde ilk oyuncunun oyundan atıldığı maç. Gerilimin çok arttığı maçta ilk yarıda Rumen Adalbert Steiner'in bacağı kırıldı. İkinci yarıda da çok sert fauller oldu ve Peru kaptanı Placido Galindo 54. dakikada oyundan atıldı ve oyuncular arasında kavga çıktı. Polis, kavgaya müdahale etmek zorunda kaldı. 300 kişinin izlediği maçı 3-1 Romanya kazandı.

Brezilya-Macaristan (1954)
İngiliz hakem Arthur Ellis, ''Yönettiğim en iyi maç olacağını sanmıştım ama ortaya rezalet çıktı'' ifadesini kullandığı maçta, 1954'ün çeyrek finalinde Macaristan ile Brezilya karşılaştı.
 
Yetenekli oyunculardan oluşan Macar takımıyla Brezilya'nın maçının futbol resitali olması bekleniyordu, ancak İsviçre'deki maç, tarihe ''Bern Muharebesi'' olarak geçti. Maçta Brezilyalı Nilton Santos'un sert müdahalesine Macar Jozsef Bozsik, ona yumruk atarak karşılık verdi. Çıkan kavganın ardından iki oyuncunun da oyundan atılmasından sonra, Brezilyalı Humberto Tozzi de Macar Gyula Lorant'a yaptığı müdahale nedeniyle oyun dışı kaldı. Sert tekmeler maç boyunca devam etti. 4-2 Macaristan'ın kazandığı maçtan sonraki kavgalar soyunma odalarına giden tünelde de sürdü. Bazı oyuncular birbirlerine kırık şişelerle saldırdı. Sakatlığı nedeniyle maçta forma giymeyen ünlü Macar forvet Ferenc Puşkaş'ın Brezilyalı Pinheiro'ya şişeyle vurduğu ileri sürüldü. Macaristan Teknik Direktörü Gusztav Sebes'in kafasına şişe savaşından sonra 4 dikiş atıldı.
 
Şili-İtalya (1962)
Şili'de 1962'de düzenlenen kupada, ''Bern Muharebesi''nden sonra ''Santiago Muharebesi'' tarihteki yerini aldı ve Şili-İtalya maçını yöneten, 2. Dünya Savaşı'nda savaşan emekli asker İngiliz Ken Aston, ''Tekrar savaş alanına dönmüş gibi hissettim. Sanki futbol maçı yönetmiyor, askeri tatbikatta gözlemcilik yapıyordum'' demişti. Gerginlik, İtalyan gazetecilerin Şili'de 1960'da meydana gelen depremle ilgili bazı haberleri nedeniyle maçtan önce başladı. İlk faulün ilk saniyelerde olmasından sonra 8. dakikada İtalya'dan Giorgio Ferrini oyundan atıldı, ancak sahadan 4 dakika sonra polisin müdahalesiyle zorla çıkarıldı. Şili'den Leonel Sanchez, rakibi Mario David'e attığı yumruk nedeniyle cezalandırılmadı, ancak bir süre sonra karşılık vermek için Sanchez'in kafasına uçan tekme atan David oyundan atılan 2. İtalyan oldu. Sanchez, başka bir pozisyonda İtalyan Humberto Maschio'nun burnunu kırdı, ancak yine oyundan atılmadı. Polisin birkaç kez sahaya girerek oyuncuların kavgalarını ayırdığı maçı Şili 2-0 kazandı. İtalya basınının yerden yere vurduğu Aston, daha sonra sarı ve kırmızı kartların uygulanmasının yaratıcısı oldu.

Brezilya-Portekiz (1966)
Eusebio ve Pele'nin karşı karşıya geldiği grup maçı, Pele'ye atılan tekmelerle tarihe geçti. Portekiz'in 3-1 kazandığı ve Brezilya'nın gruplardan çıkamamasına yol açan maçta Pele defalarca yediği tekmeler nedeniyle yerde kaldı. Maçta Pele'ye o kadar çok tekme atıldı ki, Eusebio bir pozisyonda takım arkadaşı Morais'i azarlamak zorunda kaldı. Pele, maçtan sonra bir daha Dünya Kupası'nda oynamamaya karar verdiğini söyledi, ancak kararını değiştirerek 1970 Dünya Kupası'nda forma giydi.

İngiltere-Arjantin (1966)
Arjantin ve İngiltere arasındaki anlaşmazlık, genelde Falkland savaşı ve Maradona'nın 1986'da eliyle attığı ve ''Tanrının eli'' diye nitelendirdiği gole bağlansa da, 1966'daki çeyrek final maçı iki ülke arasında futboldaki rekabetin temelini oluşturuyor. Maçta sadece Arjantin'den kaptan Antonio Rattin atıldı. Söylediği sözler nedeniyle oyundan atıldığı belirtilen Rattin, sahayı terketmeyi reddetti. Rattin'in haksız yere oyundan atıldığını düşünen Arjantinli oyuncular İngiliz oyunculara sık sık tekme attı. Maçı 1-0 kazanan İngiltere'nin teknik direktörü Alf Ramsey, Arjantinli oyuncular için ''hayvanlar'' dedi ve İngiliz oyuncuların Arjantinlilerle maçtan sonra forma değiştirmemesini istedi.

Fransa-Batı Almanya (1982)
Çok çekişmeli geçen ve normal süresi 1-1, uzatmaları 3-3 tamamlanan, Batı Almanya'nın penaltılarla 5-4 kazandığı maç, bu çekişmeden çok Batı Almanya kalecisi Toni Schumacher'in Fransız Patrick Battiston'a yaptığı müdahaleyle hatırlanıyor. Almanlar maçın genelinde sert bir oyun ortaya koysa da maçta sadece 3 sarı kart çıktı. Bir dönem Fenerbahçe'de de forma giyen Schumacher, maçtaki en sert faule imza attı. Fransız forvet Battiston, karşı karşıya kaldığı pozisyonda kendisine doğru koşarak gelen Schumacher'in sert darbesiyle yerde kaldı ve bilincini kaybetti. Battiston'un 2 dişi kırıldı, omurları zarar gördü. Fransa Kaptanı Michel Platini, ''Battiston'un öldüğünü sandım'' dedi, ancak hakem poziyonda faul olmadığını hükmetti ve kale vuruşuyla oyunun başlamasına karar verdi.

Uruguay-İskoçya (1986)
Uruguaylı Jose Batista, maçın 56. saniyesinde rakibine arkadan yaptığı korkutucu müdahale nedeniyle kırmızı kart gördü. Maç bundan sonra da benzeri faullerle devam etti ve Uruguay milli takımının sert futbol oynadığı yönünde bir izlenim oluşmasına yol açtı. Alf Ramsey'nin 1966'da yaptığını bu kez İskoçya Futbol Federasyonu üyelerinden Ernie Walker yaptı ve Uruguaylılara ''hayvanlar'' dedi. Maç 0-0 bitti.

Arjantin-Kamerun (1990)Dünya Kupası açılış maçlarının en serti Arjantin-Kamerun maçı oldu. Kupaya son Şampiyon olarak katılan Arjantin, Kamerunlular tarafından her açıdan hırpalandı. Claudio Caniggia'yı çok sert bir müdahaleyle düşüren Andrea Kana Bıyık kırmızı kart gördü. Benjamin Massing de son dakikalarda doğrudan üzerine giderek Caniggia'yı düşürerek kırmızı kartla atıldı. Bu atakta Caniggia'yı düşürmeye çalışan 2 Kamerunlu başarılı olamamıştı. Birçok pozisyonda tekmelenen Arjantinli oyuncular, Omam Bıyık'ın attığı kafa golüyle maçtan 1-0 mağlup ayrıldı.

Hollanda-Batı Almanya (1990)
Alman ve Hollanda takımları arasında uzun süren rekabet bu 2. tur maçına da yansıdı. 22. dakikada Hollandalı Frank Rijkaard Rudi Voller'e yaptığı faulden sonra sarı kart gördü. İki oyuncu arasında tartışma başladı ve Voller de sarı kart gördü. Bu faulun kullanılmasından sonra ceza sahasında yerde kalan Voller'i Hollanda kalecisi Hans van Breukelen, kendini yere atmakla suçladı. Tartışma sürerken Rijkaard Voller'in kulağını çekti ve ayağına bastı. Hakem iki oyuncuyu da oyundan attı, Rijkaard oyundan çıkarken Voller'in saçına tükürdü. Maçta 3 sarı kart daha çıktı ve iki takım arasındaki rekabet ve gerginlik sonraki maçlara taşındı. Maçı 2-1 kazanan Batı Almanya, çeyrek finale kaldı.

Arjantin-Batı Almanya (1990)1990 Dünya Kupası'nın final maçı, ilk kez 2 oyuncunun kırmızı kart gördüğü final olarak tarine geçti. Maç, aynı zamanda Arjantin'in iki kırmızı kart gördüğü ilk maç oldu. Maçta Pedro Monzon sert müdahalesi, Gustavo Dezotti de rakibini boynundan tutarak düşürdüğü için oyundan atıldı. Maçı Andreas Brehme'nin 85. dakikadaki penaltı golüyle 1-0 kazanan Batı Almanya şampiyon oldu. Arjantinliler penaltı kararına uzun süre sert şekilde itiraz etti.

Hollanda-Portekiz (2006)
Dünya Kupası tarihinin en çok kırmızı kart çıkan maçı. Portekiz'den Deco ve Costinha ile Hollanda'dan Khalid Boulahrouz ve Gio van Bronkhorst'un kırmızı kart gördüğü maçta 12 de sarı kart çıktı. Çok gergin bir atmosferde geçen maçta, sertlik seviyesi her şeye rağmen kuralların son yıllarda değişmiş olmasının sayesinde geçmişe göre çok yükselmedi.

Thursday, August 19, 2010

Arap Dünyası Nasıl Kurtulur?

Arap dünyasının durumunun parlak olmadığını bilmek ve söylemek için uzman olmak gerekmez.
1. Arap dünyasında birlik yoktur. Yirmiden fazla irili ufaklı devlete ayrılmıştır. Kuru lâf ve edebiyatla birleşemiyorlar.
2. Arap dünyasında ittihad, vifak, sıkı ve samimî işbirliği yoktur.
3. Bir kısım Arap devletleri ABD'nin, dolayısıyla İsrail'in uydusu durumundadır.
4. Arap dünyasının dinî-islamî durumu da parlak değildir. Dıştan dindar gibi görünen nice Arap ülkesinde din yüzeyde kalmış, ism ve resm haline gelmiştir. (Biz Türkiyenin durumu da islamî açıdan parlak değildir.)
5. Arap dünyasında kazanılan trilyonlarca dolar petrol parası Arapların ve Müslümanların mânevî ve maddî kalkınması için harcanmamış, birtakım kliklerin ve çetelerin zimmetinde kalmıştır.
6. Osmanlı devleti ve Hilafeti yıkıldıktan sonra, emperyalistler, Haçlılar ve Siyonistler tarafından sun'î parçalara ayrılan Arap dünyası kendini koruyamamış, tam bir istiklale ve hürriyete sahip olmamıştır.
7. Bir tür Arap İttihad ve Terakkisi olan Baasçılık Arap dünyasını geri bırakmış, felaketten felakete, maceradan maceraya sürüklemiştir.
8. Arap dünyasında zuhur eden İhvanü'l-Müslimîn hareketi maalesef, şehid Hasan el-Benna'nın yolundan gidememiş ve başarılı olamamıştır.
9. Arap dünyasındaki islamî kalkınma hareketine en fazla azılı Farmason Afganî zarar vermiştir.
10. Arap dünyasının ezici çoğunluğu Müslümandır. Arap dünyası ancak İslamla birleşebilir, İslamla güçlenebilir, İslamla esaret, zillet ve zebunluk zincirlerini kırabilir. Fas'tan Umman'a kadar Arap dünyası İslam'da, İslam'la birleşmedikçe onun için izzet yoktur. (Hıristiyan Araplara da olanca din ve kimlik hürriyeti ve garanti verilecektir.)
11. Vehhabîlik aşırı bir uçtur. Arap dünyası Vehhabîlikte birleşmez, Vahhabîlikle kurtulmaz.
12. Arap dünyası, en medenî, en ince, en güzel şekil ve yorumu ile İslam'a dönmelidir.
13. Bütün İslâm dünyasının, mânevî liderliğini kabul edeceği bir İmamü'l-Müslimîn seçilmeli ve Ümmet'in yüzde sekseni buna biat etmelidir.
14. Arap ve İslam dünyasının yeni Ömer ibn Abdülaziz'lere, yeni Selahaddin'lere, yeni İmam Şâmil'lere, yeni Abdülkadir Cezairî'lere, kendi Nelson Mandela'larına ihtiyacı vardır.
15. Arap dünyasını kurtaracak tek hedy Âhirzaman Peygamberi Muhammed Mustafanın (Salat ve selam olsun ona) hedyidir. Başka rehberlikler, başka din ve dünya nizamları onları kurtarmaz, aksine batırır.
16. Arap dünyasının kurtuluşunda, izzetinde, hürleşmesinde, yücelmesinde, bütün insanlığı güzel ve iyi bir örnek ve model teşkil etmesinde İslam şarttır ama hangi İslam?.. İslamın anlaşılması, yorumu, uygulanması çok önemlidir. Arap dünyasını gerçek İsalam kurtarabilir ancak. Yanlış yorumlarla, uygun olmayan uygulamalarla kurtuluş olmaz.
17. Arap dünyasındaki fitne ve fesadı, nifak ve şikakı, kaos ve anarşiyi gidermek için ahlaka, tasavvufa, mürüvvete, fütüvvete büyük ihtiyaç vardır. Bu da, Şeriatın zahirine sımsıkı bağlı yüksek ve gerçek tasavvuf ve yüksek-gerçek tarikatlarla olur.
18. Arap dünyası bedevî zihniyet ve kültürle adam olmaz.
(Arap dünyasını tenkit ederken Türk dünyasını akladığım sanılmasın. Türk dünyası da küfür, irtidat, rezalet, nifak ve şikak, etrak bedeviliği içinde sarsılmaktadır... Arap kardeşlerime ve kendi kavmim olan Türklere selam ve tahiyyelerimi sunarım.)
* (İkinci yazı)

"Türkün Yeni Âmentüsü"

Yıl 1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı: Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış.Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:
"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim,
Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."
Aradan 82 yıl geçti, bu kafadaki insanlar hâlâ var. M.Kemal'i tanrılaştırıyorlar.
Bu adamların âmentüsüyle Müslümanların Âmentüsü bağdaşır mı?Elbette bağdaşmaz.
İstikbali yoktan var etmek...
Türkiye için âhiret günü olmamak...
Bunlar İslam inançlarına aykırı şeylerdir.
Atatürkü tanrılaştıranlar Atatürkçülük adında bir ideoloji, hattâ bir din üretmişlerdir.
Bu zihniyet İslam'ı ve Müslümanları Türkiye için en büyük tehdit ve tehlike olarak görüyor.
Türkün Yeni Âmentüsü kitabının yazarı Sâfi kimdir?Bu zat hakkında bilgim yok. Acaba Selanikli midir?
Türkiyeyi İslam ve Müslümanlar mı geriletti, yoksa Sâfi'ler mi?
Şintoist,Budist, Konfüçyanist Japonya çok ilerledi de, Türkiye niçin onun kadar ilerleyemedi, kalkınamadı?İslâm yüzünden mi, Sâfi'ler yüzünden mi?
* (Üçüncü yazı)

Kendimi Savunmadım...

Eski dostlarımdan biri bir müddet önce aleyhimde çocuksu satırlar yazmıştı. Kendimi müdafaa etmeye lüzum görmedim ve cevap yazmadım. Bozulmuş olsa da dostluğun yine de bir hatırı vardır.  Hem cevap versem bazı gençlere kötü örnek olacaktım. Faydalı yazıları okumayanlar polemiklere bayılıyor. Yaşı kemale gelmiş bir kimsenin çoluk çocuğun maskarası olmaktan kaçınması gerekmez mi?
Kendimi savunmanın bir yararı varsa, on zararı olacaktı. Çünkü dedikodu, fitne fesat çıkacaktı.
Filanca Eygi'yi kötülemiş... Eygi ona ne demiş... Bakalım bu işin sonu ne olacak?.. Çamur savaşlarının galibi olmaz. İki taraf da kirlenir, rezil olur.
En iyisi susmaktır. Hasma en büyük sitem, onun sitemini anlamazlıktan ve görmezlikten gelmektir.

Genç Erbakan'ın çabaları

28 Şubat (1997) dönemi başbakanı Prof. Necmettin Erbakan, siyasete ilk adımı attığı günlerde (1969), İzmir'de çıkan Tekyol dergisi adına yaptığım mülâkatta kendisine yönelttiğim "Neden siyaset?" sorusuna -mealen- şu cevabı vermişti:  "Memlekette yapılacak çok şey var. Bilimadamı olarak zorladım, olmadı. Odalar Birliği'nde genel sekreter sonra başkan olarak zorladım, yine olmadı. Yapmak istediklerimi gerçekleştirmenin tek yolu siyaset görünüyor."
  • Genç Erbakan'ın çabaları -
Onca yıl unutmamışım o zaman dediğini...  Şimdi hatırlamamın sebebi, 27 Mayıs (1960) darbesi sonrasında kurulan Bakanlar Kurulu'nun tutanaklarını gözden geçirirken karşıma çıkan gerçek: Necmettin Erbakan henüz gencecik bir doçent iken, ülkemizde otomotiv sanayii kurulması için çaba göstermiş; önce Odalar Birliği'ne rapor sunmuş, aynı raporu Planlama'ya iletmiş, ardından Bakanlar Kurulu toplantısına çağırmışlar, orada da savunmuş tezini...
Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Cemil Koçak'ın son hayırlı hizmeti, '27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları' adlı eser... İki koca cilt halinde Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından geçen hafta yayımlanan eserde, darbe sonrası oluşmuş Bakanlar Kurulu'nda (BK) konuşulanlar yer alıyor. Metni bulunamayan tutanaklar da olmuş, bazı görüşmeler tutanağa geçirilmemiş...
Necmettin Erbakan 4 Mart 1961 tarihli BK toplantısına katılmış. Toplantı 9.45'te başlayıp 11.50'ye kadar sürmüş. Kendisine ayrılan zaman diliminde, Doç. Erbakan, ülke sanayiinin durumuna ve neler yapılması gerektiğine dair görüşlerini anlatmış, sonra da otomobil üretimi konusundaki düşüncelerini açıklamış (II. cilt, s. 949-969)...
Türkiye'de o günlerde 84 bin motorlu araç var, bunlardan sadece 38 bini otomobil... Ülkeye ithali yasak otomobil, ancak bedelli ithalât yoluyla gelebiliyor. Buna rağmen bakanların bazısı otomobil çokluğundan ve lüks oluşundan şikâyetçi. O günlerde Türk sanayiinin ne durumda olduğunu merak edenlerin öğreneceği çok şey var tutanaklarda. Erbakan 'araştırma-geliştirme' alanına önem verilmesini, sanayi için ithalâttan fon ayrılmasını, yerli üretilebilen makinaların ithalâtının kısıtlanmasını, üniversite-sanayi işbirliğini ve bunların çıkarılacak yasalarla takviye edilmesini savunuyor.
Şu satırları okuyalım: "Bizim memleketimizde önce demir-çelik sanayii kurulmalı, ondan sonra makine tezgâhları kurulmalı ve ondan sonra da imalât yapacak fabrikalar tesis edilmelidir."
Toplantıya bakan olmayan iki asker de katılmış o gün: Sami Küçük ve Sıtkı Ulay... Toplantı bitip ayrılırken konunun önemine binaen kendisini 15 gün sonra yeniden çağıracaklarını söylemişler Erbakan'a; BK olarak aynı konuda başka toplantılar da yaptıkları ve o toplantılarda adı da geçtiği halde kendisini bir daha çağırmamışlar...
Bakanlar önünde tezini savunurken Erbakan'ın ABD ve İsrail dahil başka ülkelerden örnekler verdiği görülüyor. O sırada Türkiye ile aynı milli gelire sahip Brezilya'nın kendi otomobilini üretmeye başladığını birkaç kez tekrarlıyor. (Brezilya bugün kendi uçağını da üretiyor.) Brezilya yılda 120 bin otomobil üretmektedir 1960'larda ve Cumhurbaşkanı Kubiçik bir mühendisi bu işle görevlendirmiş, o da daha ilk yıl 30 bin otomobil üretmeyi başarmıştır... "ABD'de kullanılan Volkswagen arabalarının yüzde 95'i Brezilya'da üretilmektedir" diyor Erbakan...
"Otomobil üretiminde kullanılacak kaliteli işçimiz var" tespiti de Erbakan'ın... Sonra söyledikleri sorunlarımızın sürekliliğine işaret ediyor: "Bugün Türkiye'de 300 bin sanat okulu mezunu, mühendis, teknisyen ve sanatkâr vardır; bunların yüzde 5'i sanayi sahasında, yüzde 95'i başka sahalarda çalışmakta, çeşitli yerlerde kâtiplik, biletçilik yapmaktadır." "İmalât nasıl olacak?" sorusuna cevabı da şu: "İlk senelerde otomobil imalâtında kullanılacak malzemenin yarısını Türk malı olarak imal etmek mümkündür. Otomobil için yeni bir yatırım yapılmasına da lüzum yoktur; bu hususta lüzumlu fabrikalar mevcuttur. Bunlar bugün yüzde 10 kapasite ile çalışmaktadırlar. (..) Böyle bir imalât belki montaj fabrikalarından da istifade edildiği taktirde ufak yatırımlarla tahakkuk ettirilebilir."
"Devletin önderliğinde yapılmalıdır otomobil imalâtı" görüşünde olduğunu da belirtmiş Erbakan...
Sunumun ardından başlayan soru-cevap ve tartışma bölümü ibretle okunuyor. Kimi (Kemal Kurdaş) doğrudan "Biz geri kalmış bir memleketiz, yapamayız" demekte, işi "Zaten Brezilya bir deli tarafından idare ediliyor" iddiasına kadar vardırmakta. Kimi (Mehmet Baydur) "Çimento ve şeker fabrikaları kurduk da ne oldu? Bunlar bugün yük, memlekete hayır değil, felâket getiriyor" diyor... Prof. Koçak, 'Devrim' adlı otomobille ilgili ilk toplantının Erbakan'ın BK'da konuşmasından sadece üç ay sonra yapıldığını da not düşmüş... Görüyorsunuz, hiçbir şey gizli kalmıyor şu dünyada.
Taha Kıvanç YENİŞAFAK

Sinema ile tanıştıramadıklarımızdan mısınız?

Peşinen şunu ifade etmek isterim ki; sinema bir sanattır. Sanatın ne olduğu çok uzun bir mevzu. Ancak sözlük anlamında yola çıkarak meramımı ifade edebileceğimi düşünüyorum.
  • Sinema ile tanıştıramadıklarımızdan mısınız? -
Sinema sizin için ne ifade eder? Ne vermesini beklersiniz size ve bir film nasıl olur da kıymet barındırır? Bir sinema eserini ortaya çıkarırken kıstaslarınız nelerdir? Yönetmen, izleyecinin ne beklediğini mi, izleyiciye ne vermesi gerektiğini mi düşünmeli? İzleyici dediğimiz homojen bir yapı mıdır? Değilse neye göre sinema yapılmalıdır? Peki, yönetmen sadece kendi ürününü ortaya koymuş olsa hakkıyla sinema yapmış sayılmaz mı? İlla birilerini memnun etmek zorunda mıdır, sinemacı? Sinema bir sanat mıdır? Eğer öyleyse; 'birileri beğensin diye' ortaya konulan ürüne sanat eseri denebilir mi?
Beyaz perdenin kadim tartışmasının ürünü olan sorulardır bunlar. Dün başlayan tartışma bugün devam ediyor ve yarın da bitmeyecek. Peki ama hiç bitmeyecek diye sıralanan sorulara cevap aranmayacak mı? Elbette aranacak. Yeni sorular doğurduğu oranda kıymetlidir bir soru işareti. Bu bakımdan hiç bitmeyecek tartışmalara kaynaklık etmesi, sinemanın değerinin de bir göstergesidir.
Peşinen şunu ifade etmek isterim ki; sinema bir sanattır. Sanatın ne olduğu çok uzun bir mevzu. Ancak sözlük anlamında yola çıkarak meramımı ifade edebileceğimi düşünüyorum.
Türk Dil Kurumu'na göre sanat; "Bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık"tır.
İngilizce 'art' sözcüğü bağlamında sanat: "İnsanoğlunun iç ve dış dünyasının etkisinde kalarak oluşturduğu duyulara yönelik beğenisel ve güzelduyusal (estetik) yönleri, yararlı yönlerinden daha çok olan nesne ya da onun bir bölümü."
Fransızca sanat: İnsanda estetik duyguyu heyecana getirecek eserler meydana getirme işi.
En genel anlamıyla ise sanat; yaratıcılığın ve hayalgücünün ifadesidir.
Görüleceği üzere sanatın tam olarak tanımı yapılamamakla birlikte genel çerçevesi ortadadır. Duygu ve duyulara hitap eden, özgünlük barındıran ve sadece bu sebeple bile 'kişiye özel'lik ihtiva eden duruma sanat deniyor. Sinemanın da bu bağlamda özgünlüğe/özelliğe uygun bir araç olması, sanat olmasının önünde hiçbir engel bulunmadığına işaret ediyor. Ancak her filme sanat eseri denebileceğini söylemek, bir sanat eseri olarak 'sinema yapan' sanatçılara haksızlık olur.
Sinemaya "7. sanat" demekte tereddüt edenlerin şerhleri üzerinde durmak için sayfamız yeterli değil elbet. Bu bakımdan sadece 'endüstriyel sinema' yapanların 'sanat sineması'nı 'hakir görerek' reddiye düzmesi ile ilgili birkaç cümle neşretmek isterim.
Hollywood örneğinde şeklini bulan 'endüstriyel sinema', bir tüketim aracı olarak insanları 'eğlendirmek' üzere kullanılan 'hizmet aracı' şeklinde hayat bulur. Eğlence derken sadece gülmekten bahsetmiyoruz. Korku filmi izlemek ve korkmak da modern insan için ilginç bir 'eğlence' şeklidir. Ya da duygusal bir filme gidip ağlamayı kovalamak, bazen uzun uzun kahkaha atmaktan daha çok eğlendirebiliyor, kişiyi. Burada modern insanın eğlence anlayışı bir paradoks olarak karşımıza çıkıyor. Lakin üzerinde fazla durmaya gerek yok. Özetle; güncel hayatın karmaşasından kendine bir miktar vakit ayıran insan, duygusal ve duyusal boşalmasını sağlayınca eğlenmiş oluyor. Bu gülerek de olabiliyor, korkarak ya da ağlayarak da...
İşte böylesine bir hedef kitle için sinema yapan endüstriyel sinemacıların burun kıvırarak ve 'anlaşılmaz' olduklarını savunarak yok saymaya yeltendikleri 'sanat sineması', bir tüketim ürünü olmadığı için 'yeterince' rağbet görmüyor.
Sanat sinemasını ayakta tutan, yönetmenlerdir. Dikkat ederseniz en ünlü yönetmenler, kendi filmlerinin senaryolarını yazarlar. Çünkü bu insanların dertleri vardır. Dertleri üzerinde düşünmek, bunları sorgulamak, soruları birbirine çarparak yeni sorular üretmek, cevap bulmaya çalışmak ama aslında hiçbir zaman cevap bulamayacak olmak, sanat sinemacısının en belirgin özelliğidir. Bu sebepledir ki, bir 'film okuma yazısı' okuduğunuzda, bir psiko-kültürel tahlil makalesi ya da psikanalitik analize şahit olmuş gibi olursunuz.
Sanat sinemasının en belirgin özelliği 'soyut' olana dair merakıdır. Endüstriyel sinema bir tüketim ürünü olarak somutla sınırlı kalmak ve tüketebilmenin yegâne şartı 'elle tutulur, gözle görülür, mideye indirilir, duyu organlarında eritilir' olmanın gereğini yerine getirmek durumundadır. Eşyayı zıddı ile kaim kılan Yaratıcı'nın en güzel işlemelerinden biri olarak endüstriyel sinemanın karşısında sanat sineması da ise demir leblebi vazifesi görecektir. Fakat diş kıranından değil, beyin patlatanından...
İnançsız dahî olsa sanat sineması adamının derdi metafizikle alakalıdır. Ve hemen hepsinin sorguladığı belli başlı konu 'varlık'tır. İnsan nedir? Ne için vardır ve ne için/ ne ile yaşar? Sinemayı var eden ve varlığını konumlandırmak için ortaya konulan soruların tamamını içine alan bu sorgulama sürecinde müslüman sinemacının durumu nedir? Evet, geldik asıl mevzuya.
Bir müslümanın sorgulaması için sadece iman etmiş olması yeterlidir. Küllî İrâde, Kur'an-ı Kerim'de defalarca 'Hiç düşünmez misiniz' der. Düşünmenin/akletmenin ve sorgulamanın bir yöntemi olarak da sinema, küresel köy haline gelen modern zaman yaşam alanında hayatını sürdüren müslümanın en mühim araçlarından biridir. Büyük bir laf olarak addedebilirsiniz ama iddia ile savunuyorum ki; sanattan uzak duran müslüman 'eksik' yaşamaktadır.
Sanatın içinde olmak demek sadece sanat ürünü ortaya koymak demek değildir. Sanatsevere sunulan eser üzerinde kafa patlatmak ve bir feedback (geridönüşüm) yoluyla sanatçıya bunu ulaştırmak, sanatla ilgili olmanın bir yoludur. Sanat eserini oluşturmak ise elbette kendi başına sanatkara değer ithaf eden durumdur. Yani müslümanlar, 'sanatla ilgilenme' görevine öncelikle 'sanatkara sahip çıkarak' başlamalı.
Bu dünyaya tüketmek için gelmeyen, Yaratıcı'nın işareti doğrultusunda düşünmek, düşünmek ve yine düşünmek 'zorunda' olan, düşünme aracı olarak sinemayı 'keşfetmesi' gereken, beyni zorlanıp 'ne anlaşılmaz şey' kolaycılığına sığınmayıp 'ne anlatmış/doğru mu anlatmış/neden böyle anlatmış' sorularının peşini bırakmayan, soru işaretini çengelinden yakaladığı gibi zihnindeki gedikleri karıştıran müslüman tipi sinemaya sahip çıktığı zaman, sinema da müslümanlara sahip çıkacaktır. Ve sinema öylesine mühim bir sanat aracıdır ki, zihnini duyularına esir vermemiş her bireyin ve elbette müslümanın en samimi/gerçek/özgün izah şekli olarak da ayrı bir 'haz' kaynağıdır. Bu hazza ulaşmak bir kulluk/insanlık vazifesi olmanın yanında kaçınılmaz bir sondur da.

Rijkaard go home Mehmet Demirkol Gözlem

Rijkaard go home

27 Nisan 2010
Sercan, Serdar Özkan, Batuhan, Özer, Arda, Barış Memiş vs...
Bunlar hayatta rastlayabileceğiniz ender heyecan verici doğuştan yetenekler... Bedenlerinin yapabildikleri akıl almaz, doğa onları futbolcu yaratmış. Futbolun zirvesine çıkabilecek birer cevher. Bu yüzden hemen hepsinin yurt dışında talipleri oldu, oluyor.
Peki eksikleri ne? Ya da memleketin geleceğini karartan yaygın jargonumuzla soralım: Bize onlar hakkında ‘Yetenekli, ama adam olmaz bunlar’ dedirten ne?

Bireysel olarak
1-Öğrenmeyi öğrenebilmek: Sanılanın aksine üniversite size öğretmez. Öğrenmeyi öğretir. Analitik düşünebilmeyi. Hedef belirlemeyi, hedefe gidecek yollara kilitlenmeyi. Zorluklarla başa çıkabilme metotlarını. Futbolun alt yapısı da buna yarar. Alt yapı lise değil, üniversitedir. Orada sadece temel eğitiminizi, temel bilgileri ama daha önemlisi metot öğrenirsiniz.
Kabul edelim ki, 35 yaşında emekli olduğunuz bir işin üniversitesi 23 yaşında başlayamaz. 
2-Öğrenecekleri bir sistem: Sistem ise yüksek lisanstır. Öğrendiğiniz analitik düşünme yeteneğiyle uluslararası düzene uyum sağlamak için deponuzu doldurmaya başlarsınız.
3-Dolayısıyla kişisel olarak ülkedeki futbolcunun meselesi, Rijkaard’ın, Del Bosque’nin, yani uluslararası futbol profesörlerinin karşısına hangi eğitim seviyesiyle çıktığıdır. Öğrenmeyi öğrenmeden metodoloji bilmeden yüksek lisans olmaz. 
4-Eğer bir üniversite profesörüne ilköğretim terk bir öğrenci verirseniz, başarılı olması olanak dışıdır. Ya da Lucescu ender istisnasını bulmanız gerekir.
5-Bu yüzden misal ‘Kaka 16 yaşındayken gelmiş almamışlar’ yakınmaları da saçmadır. Gelse, Kaka bu Kaka olmazdı. Senin Kaka’yı Kaka yapacak okulun yok. Yoksa sende Kaka olacak adam yok değil. 
Ekip olarak
1-Futbol, seviyenin bulaşıcı olduğu bir oyundur. Rakibin kalitesi en iyi takımı etkileyebilir.
2-Ama asıl önemlisi bir takımın seviyesi dünya yüzündeki en iyi oyuncuları bile sıradanlaştırabilir.
3-Hatta çok iyi 4 yabancı alırsınız. Bir süre sonra size benzerler.
4-Çünkü futbol aşmanız gereken çıta kadar oynanır. Takımların, ligin futbolcuları zorlaması gerekir. Brezilya Ümit Milli Takımı’ndan Avrupa’ya transfer olan oyunculardan İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye ve Türkiye’ye giden oyuncuların o ülkenin zorladığı kadar gelişmeleri ve oynamaları tesadüf olabilir mi?
5-İddia ediyorum. Tamamen yabancılardan, uluslararası starlardan kurulu bir takım yapsanız, ligin 10. haftasında o takım lig kalitesine düşebilir. Takımda ister Messi olsun, ister Maicon...
Çünkü mevzuu aslen şudur;
1-Takımın sistemi.
2-Ligin zorlayıcılığı.
3-Aşman gereken çıtanın yüksekliği.
4-Bu çıtayı aşman için gerekli esnek sistem.
5-Ve buna uyacak, bu düzenin içinde analitik düşünüp davranabilecek oyuncu yapısı.
Şimdi başa dönelim. 10 küsur yıllık meslek hayatımda genç milli takımlar seviyesinde, onlarca oyuncunun yabancı gazeteciler tarafından sorulduğuna, takımlar tarafından istendiğine şahit oldum. Baştaki örnekler ve daha birçoğu...
Neden iş 24 yaşına gelince değişiyor. Olan az sayıdaki transfer ya bonservissiz, ya da ülkede çalışmış hocaların etkilendikleri cevherler.
Peki mesele yetenekse, bırakın bizi herhangi bir ulus diğerlerinden bu kadar yeteneksiz olabilir mi? Mümkün değil.
Burası işlenmeden sahneye sürülmüş ve ne yapacağını bilemediği için bunalıma giren cevherler ülkesi.
Biz hakemdi, federasyondu, başkandı tartışaduralım, nesiller heba olup gidiyor. Ve kimse bunun hesabını vermiyor.
Eğer öğrenmeyi bile çocuklarımıza öğretemeyeceksek o zaman ben de aynı fikirdeyim, yabancı hoca gelmesin.
Eğer durum böyle devam edecekse, şoka girsinler diye yabancı hoca getirmenin, ya da 10 hafta sonra sistemsizliğe uysunlar diye yabancı oyuncu almanın hiç alemi yok. O zaman gerçekten çok gereksiz masraf.
Ve eğer hakikaten öyleyse ‘Go home be Rijkaard kardeş! Leave us with our destiny...’
Yeni bir kadraj
Lig TV yayınlarında yönetmen ve kameramanların bir alışkanlıklarını değiştirmeleri lazım... Yakın çekimlerde ‘sırt/omuz/kafa’ kadrajı artık yeterli olmuyor. Çünkü artık oyuncuların isimleri bel bölgesinde. Televizyon seyreden herkes de tüm oyuncuları tanımak mecburiyetinde değil. Hele de amaç pazarı büyütmek ligi diğerlerine de izlettirmekse. Televizyon başına yeni müşteriler bekleniyor, isteniyor. O zaman oyuncuları tanıtmak lazım. Herkesin adının Ülker olduğu bir takım garip!
Artık yakın çekim kadrajı kalçadan başlamalı. Kameramanlık çok zor bir iştir. Bir sanattır. Meslektaşlarım çok zor şartlar altında bir sanat icra ederler. Hiç itirazım yok. Ama bu yenilenmeyi yapmak, alışkanlıktan kurtulmak şart.
Musa Abi, dikkatine!
Buyrun siz yönetin
TFF iyi mi yönetiliyor kötü mü bilmiyorum. Çünkü önümüze ideal örnek yok. Her federasyondan birileri şikayetçi oldu bugüne kadar. On küsur yıldır UEFA’nın İkinci Başkanı olan Erzik bile, bu düzende hem de üye olduğu kulüpten gelen baskı nedeniyle istifa etti. Düşünün.
Hakem, TFF, MHK itirazı topraklarımızda futboldan daha yaygın bir spor. Hakem odası basmalar, basın toplantıları, o hakemi istiyoruz, bunu istemiyoruzlar.
O zaman ne yapmalı?
İki çözüm var. Biri demokratik diğeri polisiye.
1-Ne haliniz varsa görün sistemi: TFF hemen ligin ve MHK’nın yönetimini terk edip, hakkını kulüpler birliğine devretmeli. Asli işi olan Milli Takımlar ve alt yapı çalışmalarına ağırlık vermeye odaklanmalı.
2-Ya da hakem hakkında konuşmaya, onu bunu istemiyoruza, hakem odası basmaya, basın toplantısı yapmaya puan silmeden küme düşürmeye kadar ceza vermeli.
Biliyorum işler kötü gidince ikinci şıkkı zorlayanlar olur. O yüzden en iyisi çözüm numara 1.
Favorim hâlâ Bursa
Pazar akşamı Ali Sami Yen’de izlediğim Bursaspor kalan iki maçını kazanacak güç ve konstantrasyonda. Fenerbahçe’nin 7 haftalık iyi, ama sınırda performansını yabana atmıyorum tabii, ancak Ankaragücü deplasmanı ve Trabzonspor maçlarının kolay olmadığını da herhalde kabul edersiniz.
Eğer Bursaspor mutlu sona ulaşırsa, bu sadece Anadolu açısından değil, 3 büyükler açısından da önemli bir hal olacak. Hepsi ligin çeşitli bölümlerinde başarısızlıklarının sebebi olarak TFF ve MHK’yı gösterdi. Onlar iyiydi, yolları kesiliyordu. İşte o zaman transferde ne yaptıklarına bakacağız. O kadar iyilerse takımlarında ve teknik heyetlerinde büyük revizyon yapmamalılar. Suç onlarda değil MHK’da ya! Sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu arada rezil hakemliğimize UEFA yarı finalinde başarılar! Türkiye’de önü kesilen 3 büyüğümüze de!