Friday, August 24, 2012

ATATÜRK YAŞIYOR OLSAYDI, PKK İLE NASIL MÜCADELE EDERDİ?

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: "Bildiğiniz gibi düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan kuvvetle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka, herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir düşüncesini kuvvet zoru ile reddederseniz, o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bundan dolayı, düşünce akımları cebir ve şiddet ve kuvvetle reddedilemez. Tersine takviye edilir. Buna karşı EN ETKİLİ ÇARE, DÜŞÜNCE AKIMINA KARŞI düşünceyi oluşturmak, DÜŞÜNCEYE DÜŞÜNCE İLE KARŞILIK VERMEKtir. Bundan dolayı, KOMÜNİZM'in memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu ANLATMAK yani kamuoyunu AYDINLATMAK en yararlı çare görülmüştür..." [TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre:1, İçtima:1, Tarih: 22.1.1921.i, C:3. Sayfa 334.]

Pamuk ve Bağdat Caddesi’nin başörtülüleri

“Burjuvazi beni çok sinirlendiriyor. Küstahlıklarından tiksiniyorum. Dar görüşlü ve bencil olduğu gibi, kendi halkından da nefret ediyor. Laik Türk üst sınıfını askerî müdahaleler de, Kürtlere yapılan baskı da rahatsız etmez. Türk kadınlarının birçoğuna, sadece başörtüsü taktıkları için tepeden bakarlar.” Orhan Pamuk’un bir Alman dergisine söylediği “Başörtüsü taktıkları için kadınlara tepeden bakarlar” sözü, birkaç yıl önce bir arkadaşımın anlattığı bir hikâyeyi hatırlattı bana. İstanbullu varlıklı bir ailenin oğlu olan arkadaşım, doğma büyüme Suadiyeli olan annesiyle Bağdat Caddesi’nde yürüyor. Karşıdan başörtülü iki kadın geliyor. Arkadaşımın annesi donakalıyor: “Buraya da mı geldi bunlar!” diye haykırıyor. “Bunlar” dediği, tümüyle sınıfsal bir şey. Halk, yoksullar, emekçiler, Anadolulular, köylüler, taşralılar anlamına geliyor. “İstanbul’un zengin bir mahallesinde bu çulsuzların ne işi var?” demek istiyor.“Benim evimde temizlikçi olabilirler, bana hizmet edebilirler, ama benim alışveriş yaptığım yerde alışveriş yapamazlar” demek istiyor. Burjuvazinin, egemen sınıfın genel bakışını yansıtıyor. Bu bakış Türk burjuvazisine özgü değil elbet. Dünyanın her tarafında egemenler, zenginler kendi “altlarındaki” herkese böyle bakar. Ama bu anekdotu incelediğimizde, son on yıldır Türkiye’de yaşanan ve Kemalist Türkiye’ye özgü olan pek çok şeye ışık tutuyor bence. Her şeyden önce, AK Parti’nin 2002 yılında niye seçildiğini ve ondan sonra iki kez oylarını arttırarak niye tekrar seçildiğini açıklar. AK Parti, arkadaşımın annesinin “Bunlar” dediği insanların oylarını alarak seçildi. “Bunlar” Türkiye’nin çok büyük çoğunluğunu oluşturduğu için ve AK Parti “bunlar”ın talep ve özlemlerini bugüne kadarki tüm Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinden daha iyi temsil ettiği için, “bunlar”ı küçük görmediği için, “bunlar”ın dilini konuştuğu için tekrar tekrar seçildi. Egemen sınıf, “bunlar”dan korktu. Seksen yıldır elinde tuttuğu dizginleri elinden kaçırıyor olduğunu hissettiği için paniğe kapıldı. Genelkurmay’a, Atatürk’e, Türk bayrağına sığındı. “Bu çulsuzlar iktidarımı elimden alıyor, aman!” diye bağıramayacağı için, “Şeriat geliyor, Cumhuriyet elden gidiyor!” diye çığlık atmaya başladı. Genelkurmay ve devletin açık kurumları (yargı, YÖK filan) ile gizli örgütleri (Ergenekon filan) hemen seferber oldu. Darbe planları, Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıralar yoluyla “bunlar”a ve “bunlar”ın hükümetine karşı direnmeye başladı. Egemen sınıf ve onun vurucu gücü olan Genelkurmay ile Ergenekon AK Parti hükümetini deviremedi, direniş başarısız oldu. Ne oldu başarısız olunca? Hiçbir şey olmadı. Zaten olmayacaktı. Boşuna korkuyorlardı. Türkiye belki biraz daha normal bir burjuva devleti oldu. Halkın büyük bir kesimini siyasî temsil sürecinden dışlayan, sermayenin önemli bir kesimini iktidar mekanizmalarından uzak tutan bir devlet olmaktan çıktı. O kadar. Başka bir şey olacağı da yoktu ve olamazdı zaten. AK Parti’den beklenebilecek olan buydu, bunu yaptı. Ama bu on yıllık sürecin bir yan ürünü olarak, “bunlar”a karşı Kemalist devleti destekleyen, Genelkurmay’dan ve Sözcü gazetesinden farksız bir duruş sergileyen CHP, TKP, ÖDP gibi partiler anlamlarını yitirdi. “Sosyal demokrasi” ve “sol” halkın gözünde tümüyle anlamsız ve olumsuz kavramlar hâline geldi. Gerçekte, AK Parti elbette “bunlar”ın çıkarlarını temsil eden bir parti değil. Egemen sınıf açısından, büyük sermaye açısından bir tehdit değil. Aksine. Giderek aynılaşmaya başlayan TÜSİAD ile MÜSİAD’ın çıkarlarını tıkır tıkır uygulayan bir parti. Büyük sermayeye hizmet eden ama tabanı “bunlar”dan oluşan bir parti, üstü ile altı arasındaki bu çelişkinin yarattığı sorunları er veya geç yaşamaya başlayacak. Tabanıyla tepesi arasındaki gerilim er veya geç ortaya çıkacak. Ekonomik kriz Türkiye’ye daha sert vurmaya başladığında, çelişki de sertleşecek. Ama o gün geldiğinde, AK Parti’den kopmaya başlayan “bunlar”ı kazanacak olan sol nerede? Sorun bu. Orhan Pamuk, Bağdat Caddesi’nin egemenlerinden yana değil, “bunlar”dan yana olduğunu söylemiş oldu. Bunu söyleyen kitlesel bir sol hareket ise henüz inşa edilmeyi bekliyor.

Tuesday, August 21, 2012

İstanbul Saatli bir Bomba Gibi

Beş milyonu aşmaması gereken nüfusu yirmi milyonun üzerine çıkartırsanız yüze yakın konuda ve sahada vahim sakıncalar oluşur. Bunlardan biri güvenlik meselesidir. İstanbul'un nüfusu beş milyonda tutulmuş olsaydı (ki bu mümkündü) bugünkü kadar güvensizlik, anarşi, kaos ve terör olmazdı. Artık oklar yaylardan fırlamış, İstanbul bir mega kent olmuş ve huzursuzluk, hava ve ses kirliliği, trafik sıkıntısı, çeşit çeşit krizler kontroldan çıkmıştır. Bugünkü durum normal durumdur. Bir de, büyük zelzeleden sonraki İstanbulu düşününüz. Binaların yüzde doksanının depreme karşı dayanıksız olduğu iddia ediliyor. Büyük bir depremden sonra, evleri oturulmaz hale gelen milyonlarca halkın çadır kurup barınacağı alanların çoğuna yeni binalar yapılmıştır. Bunca halk nerede yatacak, ne yiyip içecek, tuvalet ihtiyacını nerede giderecektir? Felaket kışın gelirse nasıl ısınacaktır? Yüz binlerce ölü nereye gömülecektir? Yüz binlerce yaralı nerede ve nasıl tedavi edilecektir? Büyük depremden sonra en az yirmi bin yerde yangın çıkacakmış. Bunlar nasıl söndürülecektir? Yağmacılık nasıl önlenecektir? Son hadiseler gösteriyor ki, terör bundan sonra Hakkari'de değil, İstanbul'da yoğunlaşacaktır. Bendeniz 1940'dan beri (yüksek tahsil, yedek subaylık ve sürgün yılları dışında) İstanbul'da yaşadım. Yetmiş seneyi geçen uzun bir müddet... İstanbul artık yaşanabilir bir şehir olmaktan çıkmıştır. Köprü trafiği yüzünden Anadolu yakasına bile geçemiyorum artık. Köydeki evime bile rahatça gidip gelemiyorum. Bir lokantaya gidip yemek yemek, bir çayhaneye gidip çay içmek çok zorlaştı. Eskiden ayda birkaç kere sur içinde tarihî semtleri gezerdim. Artık gezemiyorum. Sokaklar, caddeler dolu, meydanlar dopdolu, taşıtlar dolu. Taksiyle de bir yere rahatça gidilemiyor. Ramazanda Sultanahmet meydanı, parkları mahşer gibi insan kaynıyordu. Ayda bir kere Kuzguncuğa gider, ikindi çayı içerdim. Elveda... Büyük depremden önce karıncalar yuvalarından dışarıya fırlarmış... İstanbul da öyle. İnsan selleri, otomobil selleri... Ramazandan sonra Pazar günleri Marmara ve Haliç sahillerinde on binlerce piknikçi. Mangallar, tüp gazlar... Izgara kokuları, dumanlar... Bir mekana, orada huzur ve denge içinde yaşayabilecek miktarın beş misli adam koyarsanız toplumsal bir cinnet başlar. Bir de depremi düşününüz. İstanbul'u bu hale kimler getirdi?.. Rantçılar getirdi. Şehir daha da büyüyecek. Yirmi beş, otuz ve kırk milyon olacak. Son ormanlara, yeşil sahalara binalar yapılacak. Haddinden fazla büyüyen, büyültülen bir şehir saatli bomba gibidir. Günü gelince patlar. Âhir ömrümde nereye kaçabilirim? İstanbulu bu kadar büyüten rantçılara hakkımı helal etmiyorum. "İkinci yazı" Moiz Kohen'ler MOİZ Kohen Tekin Alp'in çıkarttığı menfi Türk kavmiyetçiliği Müslüman Türklere ve Müslüman Türkiyelilere büyük zarar verdi. İşte Türkiye parçalanmak noktasına geldi. Dinsiz Yahudilerin çıkarttığı Tevrat'a aykırı Siyonizm Musevîlere büyük zarar vermiştir, ileride daha çok büyük zararlar verecek, Siyonist olmayan Yahudilerin de başını yakacak, dünya ve insanlık çapında büyük facia ve kıyımlara sebep olacaktır. Kripto Ermenilerin ve Kripto Yahudilerin ürettikleri Kürtçülük en fazla zararı Kürtlere verecektir. Türkiye'nin Batısında ve bilhassa İstanbul'da milyonlarca Kürt vatandaşımız ve kardeşimiz yaşamaktadır. Farz edelim bağımsız bir Kürdistan kuruldu. Bunlara mecburen Kürdistana gidiniz denilecektir. Böyle bir şey mümkün müdür? Ermeni emperyalistleri, Türkiyeden, bugünkü Ermenistanın dört beş katı toprak istiyor. Bu maksatla Kürt hareketini ortaya çıkartmış, kışkırtmış ve kullanmaktadır. Kürtlere aşırı zulm eden sözde Türklere ne demeli?.. Onların bir kısmı Kripto Ermeni ve Pakradunidir demeli!.. PKK'yı Derin Cumhuriyet, Derin İstihbarat, Derin Vesayet sistemi kurdurtmuştur. PKK şimdiye kadar çoktaaan bitirilebilirdi ama bitirtmemişlerdir. PKK, dolaylı ve gizli olarak 1915'in intikamıdır. Irkçılık elbette kötü bir ideolojidir ama birtakım karanlık ve şaibeli kişilerin etnik kökenlerini istihbarat maksadıyla araştırmak, aydınlığa çıkartmak hiç de kötü değildir. Bugün ülkemizde büyük sayıda Kripto Ermeni, Kripto Yahudi, Sabataycı ve Pakraduni bulunmaktadır. Bunların iki kimliği vardır. İğreti kimlikleri Türk ve Müslüman, asıl kimlikleri Ermeni, Yahudi ve Pakraduni... Bunlar en önemli makamlara ve mevkilere bile sızmıştır. Zahirdeki afiş ve slogan, Kürt halkının temel hak ve hürriyetlerini savunmak ve elde etmek. Asıl gaye: Türkiyenin bir kısmına dışarıdan Ermeni nüfusu ithal etmek ve Eretz (Büyük) İsrail'in gerçekleşmesi için çalışmak. Türkiye nam ve hesabına Kürtlere zulm edenlerin bir kısmının amaçları da buydu. Kürtlere o kadar zulm edilsin ki, dayanamasınlar ve dağa çıksınlar. Otuz seneye yakındır bu siyaseti takip ediyorlar. Bir ara TC ordusuna ait silah ve mühimmatı bile PKK'ya verdilerdi. Ben neler mi sayıklıyorum?.. Asıl bu gerçekleri görmeyenler ayakta uyuyor. Yakın tarihimizde iki çok büyük ve önemle Türk, İsrail'e gitmiş ve Yahudilerin Ağlama Duvarı önünde, başlarında kippalar (Yahudilerin dinî takkeleri) olduğu halde ağlamış, dua etmişlerdi!.. PKK'nın sadece bir Kürt hareketi olduğunu sanmaya devam ettiğimiz müddetçe, Türkiye'nin parçalanmasının, hem Kürtlerin ve hem Türklerin (ve Türkleşmişlerin) büyük felaketlere uğramalarının önüne geçemeyiz.

Friday, August 17, 2012

Tanrı parçacığını arıyorlar… benim karşımda her gün

Kırık beyaz tenleri… öyle narin duruyorlar ki karşımda, bu kavurucu sıcakta bir şemsiye açasım geliyor üstlerine.Uzansam dokunacağım. Balkondan içeri ha girdi ha girecek cilalanmış gibi pırıl pırıl koca yaprakların arasından iri beyaz çiçekler. Bir ev beğenmiştim taşınmaya karar verdiğimde, aklım kalmıştı camın önündeki dev manolyada. Uçuk kaçıktı rakamlar, gülerek çıkmıştım ama manolya ağacı rüyama girmişti birkaç gece. Şimdi bakıyorum da camdan, ne müthiş bir hediye… Kibarca selamlıyorum her sabah. Garip bir saygı hali üstümde. Sadece günden geceye taşıdığı bir mükemmellik duygusu değil, yaşama bir ayna sanki, her gün, nerede olduğumuzu, nereye yürüdüğümüzü, ne yaptığımızı düşündüren koca ağaç. O hepimizden eski, güçlü ve gururlu.
Dile kolay… 20 milyon yıllık hikayesiyle duruyor karşımda. 20 milyon yıldır yeryüzünde, güzelliği bir yana varolduğundan beri şifa da dağıtıyor tüm bitkiler gibi. Kimbilir kaç sinek, kaç böcek, kaç bakteri çeşidine ev sahipliği yapıyor. Her sabah aynı gülümseme yüzünde. Bir Türk kahvesi içiyoruz karşılıklı, öyle başlıyoruz güne. Bir patlama olacak henüz var olmayan evrende, arkasından bu ağaç çıkacak karşımıza… gel de selam verme. Kargalarımız var, serçeler, adını bilmediğim ne kuşlar, arılar, bol bol sivrisinek. Kirpilerimiz de var, tırtıllarımız, salyangozlarımız… hepsi ayrı mucize aynı bahçede. Anlatırım onları da bir gün. Gündem öyle yorucu, öyle sıkıntılı ki ülkemde, ilaç gibi geliyor bazen doğaya kaçmak. Ceviz ağacı ayrı bir yazıda bekliyor sırasını, öyle heybetli, çamlar kış masallarına… Bir farkına varsalar nasıl mucizelerle dolu dünya, ne Kürt meselesi kalacak ne savaş dünyada. Kargalar müthiş. Tüylerim ürperiyor bazen. Bir tel bulup, ucunu kıvırdı kaşık gibi, daldırdı gagasını sokamadığı kavanozun içine, onunla çekip aldı peyniri belgeselde. Bizimkilerin hiç farkı yok. İsteseler hepimizi çıkartırlar evlerimizden, açarlar televizyonu, doldururlar küveti. O zekada “görünüyorlar”. Attığım ekmeği kuru bulmuş, götürüp su birikintisine batırıyor, öyle yiyor şu kaldırımın kenarındaki. Sivrisinek acayip. Tam 25 milyon yıllık fosili var. Dişi şivrisinekler larvaları için kan topluyorlar, gıdaları değil. Bu bilgin, insanlık tarihinden çok önce biliyor anesteziyi. İğnesini saplamadan önce uyuşturuyor bölgeyi. Yani hem insan derisinin neyle uyuştuğunu bulmuş hem ona göre etken madde üretmiş. Çift burgulu testere kullanıyor iğne diye, yoksa deriyi kesemez öyle milimlik boyuyla (günümüzde ameliyatlarda kullanılan ağrısız neşterler bu testerenin eseri). İnsan kanının pıhtılaşma özelliğini iyi araştırmış, hortumunu sokacağı yere ayrı bir kimyasal daha sürüyor. Ah bir de ısıya duyarlı gece görüş sistemi var arkadaşların – şu milyarlar harcadıklarımızdan, öyle buluyorlar zifiri karanlıkta hedefi… tam 25 milyon yıldır. Bu arada larvasının hangi kan grubuna ihtiyacı varsa kokuyla buluyor. Biz tahlil üstüne tahlil yaptırıp duralım bebeğin durumu ne diye. Onların gittiği tıp okulunu tek geçiyorum. Arısı bol bahçemizin. Girdiler mi eve, ne alırdınız diye soruyorum. Hiç şaşırmam bir dilim elma derlerse bir gün. Milim şaşmıyor kovandaki altıgenlerin büyüklüğü. Üstelik dışardan yapmaya başlıyorlar petekleri, ortada bitiriyorlar. Matematik bilmeyen, cetveli kalemi olmayan kimse yapamaz. Olan bile şaşar. Nasıl biliyorlar altıgen formun balı saklayacak en geniş hacme sahip olduğunu, nasıl anlatıyorlar her yeni doğana bu bilgileri?.. Biri de anlamasın, sersem sersem gezinsin etrafta... Hepsi görevini biliyor, işçiler, kraliçe… biri de çıkıp sen niye kraliçesin, ben olacağım demiyor. Tanrı parçacığını arıyorlar, maddenin nasıl oluştuğunu bulduk sayılır diyorlar… Şuna Tanrı parçacığı demeseler… zaten bilim adamları da şikayetçi bu isimden, onlar tesadüf’e delil arıyorlar. Öyle derlerse açıklamaları gerekecek benim manolyayı, sivrisineği, kargayı, o aklı, o bilimi, o kodlamaları. Çiçeğin kokusunu, meyvanın tadını, hissi, aşkı, öfkeyi… Denizaltı için yunuslar, helikopter için yusufçuklar, kir tutmayan boya için lotuslar, sonar sistem için yarasalar örnek alınıyor hala. Mükemmellik sadece doğada. Bilim Cern’de büyük buluşlara imza atıyor. Kimbilir ne ilginç, ne müthiş teknolojik gelişmeler girecek evlerimize, hayatlarımıza… Merakla bekliyoruz. Ama derseniz ki Tanrı parçacığı… o bizim bahçede.

Bu sözleri çok kızdıracak!

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, ”Bir milletvekili eyleme katılır, hukuki eyleme katılır. Bir milletvekili kanunsuz eyleme katılmamalıdır, öncelikle millete örnek olmalıdır. Milletvekillerinin polis tarafından özel olarak hedef seçilmişliği tamamen yüzde 101 yalan ve iftiradır. Aksine polisimiz milletvekilleri tarafından hedef seçilmişlerdir, sataşılmışlardır, saldırılmışlardır, tehdit edilmişlerdir” dedi. Bakan Şahin, Vilayetler Evi’nde düzenlediği basın toplantısında açıklamalarının ardından basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Diyarbakır’da 14 Temmuz Cumartesi günü ”Demokratik Özerklik ve Öndere Özgürlük ” adlı bir miting yapmak üzere 9 BDP’li milletvekilinin Diyarbakır Valiliği’ne başvurduğunu hatırlattı. Başvuruyu değerlendiren Valiliğin, talebin konusu ve konu başlığı itibarıyla hukuka uygun olmadığını değerlendirdiğini ifade eden Şahin, KCK’nın konuşma istihbaratlarının da değerlendirildiğini belirtti. Valiliğin birtakım suç aletlerinin o toplantıda bulunabileceği ve kullanılabileceği değerlendirmesini yaptığını anlatan Şahin, bu nedenlerle valiliğin söz konusu toplantının 14 Temmuz günü yapılmasının uygun olmadığını bildirdiğini vurguladı. Başvuru sahiplerinin kararı kabul etmediklerini ifade ettiğine işaret eden Şahin, çok ileri laflar edildiğini, talihsiz açıklamalar yapıldığını söyledi. Fakat Valiliğin kararında somut bir haklılığa da ulaştığını belirten Şahin, planlanan miting öncesinde Diyarbakır’a giriş yollarında ve bazı adreslerde yapılan aramalarda 1 Kaleşnikof tüfek ile 6 tabanca, 3 tabanca susturucusu, 3 av tüfeği, yüzlerce mermi ele geçirildiğini ifade etti. Şahin, yakalanmamış çok sayıda silah, mühimmat ve patlayıcının Diyarbakır ve çevresinde bulunmasının muhtemel olduğunu ve bu konudaki çalışmaların devam ettiğini kaydetti. 14 Temmuz tarihinin Türkiye için terörle mücadelede önemli bir gün olduğuna dikkati çeken Şahin, bu tarihte Silvan ilçesinde terör örgütü tarafından 13 askerin şehit edildiğini söyledi. Bakan Şahin, ”14 Temmuz günü saat 17.00-17.30 sıralarında bir başka gelişme daha oldu bu ülkede. Sözüm ona yasama dokunulmazlığından bir istifade milletvekili kimliğine sahip kişiler tarafından demokratik özerklik mektubu gibi bir şey okundu Diyarbakır’da. 14 Temmuz’da yapılmak istenen mitingin adı ’öndere özgürlük’. O önder diye nitelendirilen kişi, bu ülkede sivil, asker, polis, çocuk, bebek, canlı gözetmeden, yerine göre ağaçları yakarak, yerine göre hayvanları katlederek insanlık dışı bir cinayetler serisini işleyen teşkilatın da önderi ve kurucusu” diye konuştu. BDP’nin Diyarbakır’da yapmak istediği mitingin bir anlamda terör örgütünün toplantısı olduğunu ifade eden Şahin, 18 milletvekilinin bu yasa dışı ve terör örgütünün amacına yönelik toplantıda öncü ve aktif rol almaya çalıştıklarını dile getirdi. Olaylarda polisin son derece sağduyulu davrandığını kaydeden Şahin, ”Yaşanan olay BDP’nin o günde bu ülkede doğurmak istediği kargaşa olayından ibarettir. Olayın aktif tarafı, hukuk dışı, hukuku zorlayan aktörü bellidir” dedi. -”25 kuruşluk ne kazandırdılar bu ülkeye”- KCK’nın yürütme konseyinin halkı yasa dışı mitinge çağırdığına işaret eden Şahin, bölge halkına bu hukuksuz eylem çağrısına itibar etmedikleri için teşekkür etti. Kanın, ölümün, hayata kastın olduğu yerde insani değerlerin maskesine sığınmanın hak suistimali olduğunu vurgulayan Şahin, terör örgütü ve onun uzantılarının yapmaya çalıştıklarının izahı olmadığını vurguladı. Türkiye’de kanunların herkes için aynı olduğuna dikkati çeken Şahin, şöyle konuştu: ”Bunlar kökten yalancı, kökten boş işlerle uğraşıyorlar. Bunların mumu, daha gündüzden yanıyor, sönüyor. Artık gerçek yüzleri de ortaya çıkıyor. Yaklaşık 30 senedir devam eden bu kan dökmenin sonucunda 25 kuruşluk ne kazandırdılar bu ülkeye? Bir meyve ağacı mı diktiler, bir dükkan mı açtılar? Kaçak Hint kenevirleri hariç bir tarla mı ektiler? Bir üretim tesisinin açılışına mı öncülük yaptılar? Çocukların okumasına mı yardımcı oldular yoksa okuldan mı çaldılar? Okumaya, çalışmaya, yatırıma, yaşamaya karşı bir anlayış. Sadece Türkiye’nin değil Türk milletinin değil insanlığın belası bir anlayış. Hayata karşı, hayatlar söndüren bir teşkilat, bir örgüt. Ortalama ömrün 30’u geçmediği bir örgüt yapısı. Dini, ahlaki, üretim, çağdaş değeri olmayan bir yapı. Kapanan kepenkler günlerdir. Mahrum kalınan ticaretin hesabını kim verecek? Olumlu bir şey ne var Allah aşkına? Olumlu bir düşünce yok, olumlu bir çalışma yok. Kan, kin, gözyaşı, ölüm, başka bir şey vadetmeyen bir lanetli yapı ve onun adına hizmet etmeye gayret eden Diyarbakır’daki 14 Temmuz’daki zavallı 18 tane milletvekili. Başka ne diyeyim.” -”Ne söylüyorlarsa tersinden okumak lazım”- İçişleri Bakanı Şahin, Diyarbakır’daki olaylarda milletvekillerinin polis tarafından hedef seçildiğine ilişkin iddiaların anımsatılması üzerine, şöyle konuştu: ”Bir milletvekili eyleme katılır, hukuki eyleme katılır. Bir milletvekili kanunsuz eyleme katılmamalıdır, öncelikle millete örnek olmalıdır. Milletvekillerinin polis tarafından özel olarak hedef seçilmişliği tamamen yüzde 101 yalan ve iftiradır. Aksine polisimiz milletvekilleri tarafından hedef seçilmişlerdir, sataşılmışlardır, saldırılmışlardır, tehdit edilmişlerdir. Hele hele sabıkası, kendi partisi tarafından da tescilli bir tanesi çok talihsiz bir incisini tekrarlamıştır, yeni bir inci ortaya koymuştur; ’Getirin o polis amirini, kafasına sıkacağım’ diyen bir zihniyet, bir iğrenç davranış ve onun etrafının ne kadar meşru, ne kadar haklı olduğunu yüce milletimizin takdirine bırakıyorum. Birbirlerine şahitlik yapıyorlar galiba, diğer milletvekilleri bazı milletvekillerinin hedef seçildiğini söylüyorlar. Bu normaldir, ne yazık ki bölücü terör örgütü ve onun uzantılarının çok değişik özellikleri, karakterleri var. Ama bir tanesi, hepimize yardımcı olur, bir kez daha tekrar edeyim; ne söylüyorlarsa tersinden okumak lazım.” -”Fındıklı’nın söz konusu kitabı bir derleme”- Polis Akademisi Başkanı Remzi Fındıklı’nın kitabına ilişkin soruyu yanıtlayan Şahin, Fındıklı’nın altı bilimsel yayını bulunduğunu hatırlatarak, söz konusu kitabın bir derleme olduğunu, kitapta özlü sözlerin, halk deyişlerinin ve atasözlerinin bulunduğunu söyledi. Çorum Belediye Başkanı Muzaffer Külcü hakkında yolsuzluk araştırması yapıldığının hatırlatılması üzerine de Şahin, Bakanlığa yapılan yazılı başvurunun değerlendirilmesi neticesinde konunun incelemeye alındığını söyledi. Şahin, 27 Aralık 2011 tarihinde konuyla ilgili araştırma ve ön inceleme onayı verildiğini ifade ederek, adli sürecin Bakanlığın başlattığı inceleme sonucunda, müfettişlerin Cumhuriyet Savcılığına sunduğu raporun üzerinden başlatıldığını bildirdi. Şahin, son bir yıl içinde 434 AK Parti’li, 312 CHP’li, 143 MHP’li, 56 BDP’li ve diğer partilerden veya bağımsız 59 belediyeyle ilgili inceleme onayı verdiklerini açıkladı. Şahin, bir soru üzerine, özel harekat polislerinin Türkiye’nin terörle mücadelesinde görev almak üzere yetiştirildiğini, toplam 7 bin 500 özel harekat polisinin üçte ikisinin terör olaylarının ağırlıklı yaşandığı bölgede görev yaptığını kaydetti. Her yıl 15-16 bin civarında yeni polis memurunun kadroya katıldığını ancak 6 bin civarında polisin kadrodan ayrıldığını ifade eden Şahin, ”Sınır Muhafaza Teşkilatı”nın kurulmasına yönelik yasa taslağının hazırlandığını bildirdi. Şahin, Emniyet Teşkilatı’nın yakıt sıkıntısı çektiği yönündeki haberlerin hem doğru hem yanlış olduğunu belirterek, yakıt olmadığından dolayı hizmete çıkamayan araç bulunmadığını, ancak yakıt alımı ihale sürecinde bürokratik gecikmeler yaşandığı için ihalenin öngörüldüğü zamanda yapılamadığını, bu nedenle bazı sıkıntıların gündeme geldiğini dile getirdi.

Kılıçdaroğlu gerçekten dümeni kırdı mı?

CHP Kurultayı yapılırken gazete manşetlerinde ve açık destek veren “malum medya’nın” televizyon haber başlıklarında şu cümle gözüme çarptı; “Başkan dümeni sola kırdı”! Sevgili dostlar, bir vatandaş olarak CHP’nin “içeriği güçlü yapıcı” muhalefet yapmasını, eleştirmesini, alternatif ortaya koymasını inanın çok istiyorum. Kaliteli muhalefet her zaman daha kaliteli yönetimlere yol açar. İçi dolu eleştiri, hakkında sorgulananı üst noktalara taşır... Bu tespitler sonrası gelelim; yön değiştirme, sola sert dümen kırma detayına... Bu noktada Kılıçdaroğlu ve “sola kıran ekibine” bazı sorular sormak istiyorum; 1- “Kırdık” dediğiniz gün Kemal Derviş’i yani “küresel finansal sistemin adamı” olup 2001 krizinde “Türkiye’yi para karşılığı teslim almaya” gönderilen arkadaşı neden partiye ve siyasete davet ettiniz? Bu mu sizin “sol” anlayışınız! “Küresel-Finansal tetikçilere” teslim mi olmak! 2- Bugüne kadar “Türkiye’deki yerleşik yapıyı” karşınıza almak pahasına vatandaşı korumak adına ne söylediniz, ne yaptınız? TÜSİAD; TOBB; FAİZ LOBİSİ; BANKALAR veya diğer güçlü yerleşikler hakkında “tek cümleniz, tek eyleminiz” var mı? 3- Başbakan defalarca “faiz lobisine ve bu finansal örgütlenmeye yönelik açıklama yaptı, eyleme geçti, geçirdi”! Bakanlar aynı yönde adımlar attılar, en son Zafer Çağlayan “tefecilik yapan bankalar var” dedi, “SOL şeritte hız yapacağız diyen” sizlerden böyle tek bir açıklama geldi mi? Faiz ile ilgili tek bir “çizik atmışlığınız” var mı! Yoksa sizin de “yönetimine karıştığınız” yüksek faizden nemalanan bankanız mı var? 4- Başbakan Erdoğan “IMF’den başlayarak, rating kuruluşları ve içerideki yerli bankalar” dahil olmak üzere “YERLEŞİK YAPI ve uzantılarına” yönelik her adımı attı, geri çekilmedi, gerektiğinde “hedef olmayı” göze aldı! Sizin bugüne kadar “IMF, rating kuruluşları veya Türkiye’yi krize sokmaya çalışanlara” karşı bir tek sözünüz var mı! Bıraktım “söz söylemeyi” siz hala “küresel sistemin adamı Derviş’i çağırmaya” uğraşıyorsunuz, bu mu sol anlayışınız! 5- TÜSİAD sınırı aştığında Erdoğan’dan en sert tepkileri aldı. Sizlerin “TÜSİAD hakkında” hatalarını yüzlerine vuran tek bir “harfiniz” var mı! YOKSA “halka değil bize kaldı” deyip, haksız yere yönetime karıştığınız bankanızdan mı korkunuz var! 6- Türkiye’deki “yerleşik medya düzeni” ile aranız hiç bozuldu mu! Sizi destekleyen “medya baronlarının” vatandaş aleyhine attıkları adımlara hiç “DUR” dediniz mi! Bırakın DUR demeyi, hiçbir medya patronunu eleştirdiniz mi! 7- “Sert, çok sert sola kırdık” diyorsunuz, “iş kazaları olup, onlarca insan öldüğünde-yandığında-toprak altında kaldığında” ağzınızdan tek kelime çıktı mı? Patronlara laf söylemeye korkan “sert sol”! Yerim böyle sol anlayışı! Sevgili “sert solcu” Kılıçdaroğlu ve “saz arkadaşları” sizlere tavsiyem bırakın bu “sol ayaklarını” ve gerçeği görün. Sizler “solcu-solda-sola kırmış” falan değilsiniz, SİZ düpedüz “yerleşik düzen ve sistem ile” iyi geçinmeyi hedef-amaç edinen “SİSTEMİN ADAMLARISINIZ”! Dönün geçmişe bakın; Türkiye’deki “yerleşik düzen’i rahatsız edecek”, halkı bu adamların zulmünden koruyacak tek bir cümleniz-kelimeniz-harfiniz yok! TUSİAD ile kol kola, “faiz lobisi” ile kanka, işçisini sömüren-ihmal edip ölmesine yol açan ile eski dost, halkı hiçe sayan medya baronları ile can ciğer kuzu sarması... BU MU SOL, bu mu sola kıran CHP! Sonuç: Bu ülkede “sol” maalesef “yerleşik düzen’in beslemesi”! Hatta “küresel finansal yapının” edindiği evlat! Sol falan yok, sol kılığına girmiş “adamlar “var! Bu noktada “sola kırdık” diyenlere de bir soru; SOL NEDİR, ne anlıyorsunuz, bir anlatıverin... Not: Sayın Kılıçdaroğlu ve ekibine soruyorum; bu ülke 1980-2004 arasında 5 bin gerçek-tüzel kişiye 1.5 trilyon dolarını “faiz-hırsızlık-yanlış yatırım” gibi başlıklar altında kaptırdı! Bu parayı alanların büyük bölümü şimdi sizin destekçileriniz, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz!

Tokat, İskenderun ve Foça saldırılarında yabancı servisler

Kontrespiyonaj, bir ülkedeki yabancı gizli servis ajanlarının, o ülkenin gizli servisi tarafından dinlenme ve izlenme faaliyetleri içerir. İstihbarat servisleri yapancı ülkelerde çeşitli tiplerde birçok ajan ve muhbir kullanır. Bunları izleyen ve pasifize eden faaliyetleri istihbarat servislerinin kontrespiyonaj özel bölümü yürütür. Kontrespiyonaj uzmanı bir değerli büyüğüm, bir cümleyi sık sık kullanır : "Dünyada ne oluyorsa muhakkak İsrail'in istihbarat servisi Mossad bilir, duyar, fakat özellikle Ortadoğu'da ne oluyorsa muhakkak içinde Mossad ajanları ve devşirdiği adamlar vardır" İzmir Foça'daki Türkiye'nin en önemli amfibi deniz üssü yolunda PKK'nın yaptığı saldırı olunca üstadımın bu sözleri aklıma geldi. Foça gibi hem denizciler hem de özel harekat jandarma için stratejik bir noktaya saldırmayı, PKK beyninin yapamayacağını düşündüm. "İşin içinde acaba yabancı servisler var mı? Veya hangi ölçüde bulunuyor?" düşüncesine kilitlendim. 2010'da İskenderun deniz üssüne yapılan PKK saldırısı sonunda, bu şüphe güvenlik ve istihbarat uzmanlarında da belirmiş, günler sonra gerçekten bu işi Mossad ajanlarının desteği ile PKK'nın özel bir ekibinin yaptığı ortaya çıkmıştı. Bu bağlamda, son yılların istihbarat bilgileri alma ve arka planları aydınlatmada çok başarılı çalışmalar gerçekleştiren Yeni Şafak gazetesi Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi'nin İskenderun-Foça notları dikkatinizi çekmiştir. Selvi yazısında, "istihbarat kaynaklarına dayanarak, PKK'nın İskenderun'daki Türk deniz kuvvetlerine saldırısını, PKK içinde İsrail bağlantılı tim şefi Kenan Yıldızbakan'ın yaptığını" vurguluyordu. Ben de değerli gazeteci-yazar kardeşim Abdülkadir Selvi'yi aradım İskenderun-Foça deniz üsleri saldırısında Mossad şüphesini konuşurken, Abdülkadir Selvi, "İşin püf noktası burada. Ben de Foça gibi stratejik bir yere saldırı olunca İskenderun , Mossad ve yabancı servisler aklıma geldi. Araştırdım. İskenderun Mossad'ın, Foça'da bir yabancı servis işi" dedi. Benim yorumum, "İskenderun ve Foça gibi Tokat -Reşadiye saldırısı da yabancı servis işi" şeklinde oldu. Selvi'de, "Ben de aynı yolda bilgiler aldım" notunu ekledi. Bu noktada bir bilgiyi bu çerçeve içinde değerlendirmekte yarar var. Hürriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Metehan Demir'in 5 Ağustos'ta twitter hesabından paylaştığı şu mesajı hatırlatalım: Şemdinli'de ve bölgede PKK saldırıları bu kez çok farklı..işin içinden profesyonel bazı yabancı ülke askerleri de çıkarsa şaşırmayın "Tokat-İskenderun ve Foça saldırılarında,yabancı servisler" çerçevesine oturtulacak bir önemli bilgi daha var. Geçen ay KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu "İsrail'in Kıbrıs Rum Kesimi'ndeki PKK kamplarında 3 bin PKK militanına askeri eğitim verdiği, eğitimden geçen 15 bin PKK 'lının da Kandile gönderildiğine ilişkin istihbaratlar geliyor" demişti. MİT eski daire başkanı Prof. Dr. Mahir Kaynak da son zamanlarda artan PKK saldırıları arkasında yabancı servislerin bulunduğunu açıklamıştı. Hatırlayalım Tokat, İskenderun ve Foça'da gerçekleşen saldırılar zaman ayarlı, stratejik saldırılar. Bu işi ''PKK militanları stratejik beyinlere sahip yabancı servis desteği olmadan gerçekleştiremez'' düşüncesi ağırlık kazanmış durumda. Tokat saldırısı: 2009'da PKK'nın derin operasyonlarını yürüten TAK, 7 askerimiz şehit etmişti. Yabancı servislerle yakın bağlantısı olan Duran Kalkan, "Çırpınan, ölüm döşeğinde olan Tokat gibi bir yerde eylem yapabilir mi? Katılım dursaydı, can çekişiyor olsaydı gerilla nasıl Tokat'a kadar giderdi?" diyerek, işin yabancı servislerce iyi şekilde planladığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. İskenderun saldırısı: 2010 yılında, İskenderun'daki deniz üssüne roketatarla yapılan saldırı da 7 askerimiz şehit düşmüştü. Mavi Marmara saldırısı ile eşzamanlı olması nedeniyle İskenderun saldırısı, gözlerin İsrail'e çevrilmesine neden olmuştu. İskenderun'daki saldırıyı Kenan Yıldızbakan'a bağlı PKK timi gerçekleştirdiği tespit edilmişti. Yıldızbakan'ın, İsrail'de bir sevgilisi bulunduğu, İsrail'de oturma iznine sahip olması ise Mossad'ın PKK içinde etkili olabileceği ihtimalinin yabana atılmamasını gerektiriyor. SONUÇ: İzmir Foça, Deniz Üs Komutanlığı dışında, Jandarma Komando er eğitim alayına da ev sahipliği yapar. Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan komando birlikleri, özellikle sınır ötesi harekatlarda kullanılır. PKK adına Deniz Üs Komutanlığı'na gerçekleştirilen saldırı, hedefi Foça olması sebebiyle 'sınır ötesi' mesajlar barındırıyor.

Başka hikayeler...

100 kadar ülke bir araya gelmiş ve Esad'dan kurtulmaya karar vermiş. Durum böyle olunca 100 ülkenin tüm olanakları bu yönde kullanılıyor. Medya da bu olanakların başında geliyor. Çünkü daha fazla bağıran ya da yalan söyleyen kazanıyor ya da kazandığını sanıyor. Tıpkı Irak'ta olduğu gibi. ABD ve İngiltere yanlarına 40 kadar ülkeyi alarak tüm dünyaya yalan söylediler ve Irak'ı işgal ettiler. Sonra da bu ülkede farklı rakamlara rağmen bir milyondan fazla insan öldü, ölüyor. Ama kimin umurunda? Tıpkı Myanmar'da her gün ölenler hiç kimsenin umurunda olmadığı ve olmayacağı gibi. Çünkü Myanmar şu anda coğrafyamızda oynanan Büyük Oyun'un yani BOP'un içinde değil. Çünkü şu anda ABD ve yandaşları için önemli olan Suriye ve onlara göre Suriye dışında hiç kimsenin başka şeyleri görmesi ya da konuşması yasak. *** Örneğin ABD'nin son günlerde İsrail'e olan geleneksel ilgisinin dışına çıkması. Çünkü ABD dünyanın en gelişmiş savaş uçağı F-35'ten 19 tanesini acilen İsrail'e vermeye karar verdi. 10 yılda 70 uçak vereceğini daha önce açıklayan ABD, ki bunların maliyeti 2,2 trilyon dolar, şimdi vereceği uçaklar için de özel teknolojiler üretilmesi talimatını vermiş. Bunun için de ayrıca 450 milyon dolar ayırmış. Yani bizler 'Arap Baharı' ve Suriye ile uğraşırken ABD tüm Arap ve İslam ülkelerine nükleer başlık taşıyabilecek uçakları İsrail'e veriyor. Peki neden? Hani bu coğrafyada barış ve dostluk olacaktı? Olacak ama önce Suriye ve Suriye üzerinden tüm coğrafya darmadağın edildikten sonra. Bunun için de ABD hazırlıkları sürdürüyor. Örneğin yine geçen hafta Pentagon yeni bir silah üzerinde denemelerini başarıyla yaptığını açıkladı. Ama kimin umurunda? Haberlere bakılırsa bu silah, 13,5 ton ağırlığında yeni türden akıllı bombalar. Uçaklardan atılacak bu bombalar yerin altında 60 metrelik beton sığnakları delerek hedefine varıyor ve yerle bir ediyor. Yani bu bombalar İran'ın yeraltındaki nükleer tesislerini yok etmek için geliştirildi. Yani her şey İsrail için. Bunca bomba ve uçaklar yetmiyormuş gibi Obama amca yine geçen hafta İsrail'e 80 milyon dolar daha bağışta bulunarak (yıllık yardım 3,2 milyar dolar) Füze Kalkanı Projesi kapsamında yeni teknolojiler satma kararı aldı. Malatya'daki radarlarla ilgisi olup olmadığını henüz bilmediğimiz bu teknolojiler, önümüzdeki yılların en önemli silahı olacaktır. Tıpkı ABD'nin 'Büyük Müttefik' Türkiye'ye vermeyi kabul etmediği füze taşıyan Predatorlar gibi. ABD ve yakında İsrail bu Predatorlarla istedikleri yerde istedikleri hedefi ya da adamları vurabilecekler. Şimdilerde bir tek füze taşıyabilen Predatorları Amerikalılar 2 daha sonra da 4 füze taşıyacak şekilde geliştiriyorlar. Tabii ABD, İsrail için yaptıklarını ya da İsrail'e verdiklerini asla ve asla başka hiçbir ülkeye yapmayacak ve vermeyecektir. Çünkü ABD'ye göre İsrail'in dostu yani işbirlikçisi olmayan hiçbir ülke, Türkiye dahil, ABD'nin stratejik müttefiği olmayacaktır. *** Bir düşünün ABD'ye 30 yıl hizmet eden Mübarek bile Obama'nın bir göz kırpmasıyla kafese konuldu. Çünkü ABD'ye göre hizmet sınırsız da olsa yetmez. ABD köle ister. Tıpkı Suudi Arabistan kralları, Katar Emiri ve Körfez'deki şeyhler gibi. Bu kral, emir ve şeyhler 250 yıldır önce İngilizlere şimdi de ABD'ye kölelik ediyorlar. Örneğin Suudi Arabistan son 50 yılda ABD ve Batı'dan bir trilyon dolarlık silah aldı ama bunları hiçbir zaman kullanmadı. Babasına darbe yaparak iktidarı ele geçiren Katar Şeyhi ise herkesi ABD planları için parayla satın alabileceğini düşünüyor. Geçen hafta bu şeyh hazretleri Suriye konusunda ABD ile hareket eden Almanya'dan iki milyar dolarlık tank alacağını açıkladı. Bu tanıkları ne yapacağı ise merak konusu. Çünkü 11 bin kilometrekarelik Katar'ın neredeyse yarısı Amerikan üsleriyle kaplı ve bu ülkenin nüfusu 200 bin civarında. Ama olsun şeyh hazretleri cüssesine ve CIA-Mossad Operasyon Merkezi gibi çalışan El-Cezire televizyonuna güveniyor. Çünkü bu savaş başından beri yalanla yürütülüyor. Gerisi nasıl olsa gelir ve gelecek. Umarım o zaman Türkiye ve tüm coğrafyamız için geç kalınmış olmaz. Belki de bu nedenle El-Cezire Türk iki yıldır bir türlü yayına başlamıyor!!! Şimdiden söylüyorum: Suriye'de iç savaş çıksın ve Kuzey Suriye'de Kürt özerk ya da federal bölgesi kurulsun bu kanal hemen yayına başlar.

Onur Kıvrak’a...

“Oyunda herkesin kendisine sırt döndüğü kişidir kaleci” der Sunay Akın. Tastamam böyledir kalecinin durumu... Arkasında güveneceği hiçbir takım arkadaşı olmayan, sözcüğün gerçek anlamıyla bir “yalnız adam”dır kaleci... Rakip takım taraftarının kimi zaman en galiz küfürlerini duyan, kendi taraftarının tepkisini anında algılayabilen, oyuna konsantrasyonunu bir an olsun kaybetme şansı bulunmayan, diğer tüm mevkilerin oyuncuları “kaçak güreşebilirken” bu konuda kredisi sıfıra yakın olan kaleciler... Nabakov’un deyimiyle “Yalnız kartal, tek adam. Kalenin değil, umudun muhafızıdır onlar”... Haftalarca formsuzluktan tel tel dökülen bir forvet oyuncusu, bir gün hele de biraz önemi yüksek bir maçta gol attığında her şeyin unutulması, bütün stadın onun adını haykırması, ertesi gün herkesin ondan bahsetmesi ne kadar kolaysa, onlarca pozisyonda başarılı olan bir kalecinin tek bir hatasında gol yemesi nasıl da çabucak günah keçisi yapar onu... Futbolun vefasız olduğu söylencesindeki “vefasızlık” vurgusunun altı kırmızı kalemle iki defa çizilmiştir kaleci için.
Sevgili Onur... İyi bir kaleci olduğunu biliyorduk daha 17 yaşaltı takımından... Bilmeyenler sana hayran kalmış... Bugünlerde senden daha iyisi yok... Herkes seni övüyor... Kahraman ilan ediyor... Evet, iyi bir maç çıkardın... Ama sen zaten iyi bir kaleci olduğun için Trabzonspor’dasın. Unutma ki şimdi seni övenler, önceden başkalarını övmüştü... Bu topraklarda bir maç, iki maç iyi oynadığında kahraman ilan edilip zirveye çıkarılırsın... Sonra bir maç kötü oynadığında seni öyle bir aşağıya indirirler ki, tepe taklak olursun... O sebepten, sen seni kahraman ilan edenlere aldırma! Daha çok eksiklerin var... Çok çalış... Kendini hazırla... Trabzonspor’da oynamanın gururunu yaşa... Sadece işine bak... Daha çok yolun var alınacak...

Milliyet ve diğerleri ne yapmaya çalışıyor?

Cuma günü Milliyet gazetesinin sürmanşetini görenler ve özellikle detayı okumayanlar DEHŞETE kapıldılar! Habere göre AK Parti Türkiye’de Basın özgürlüğünü kısıtlamak için adım atmış ve ilk girişim de yapılmıştı... Bu haber sonrası Cumartesi günü birçok “kurma kollu” basın organında da aynı haberin, daha da çarpıtılarak ele alındığını, aynen daha önce ortaya atılan “internete sansür” mantığı içinde konunun “uç noktalara” çekildiğini gördük! Sevgili dostlar, yapılmış kesin bir düzenleme olmamakla birlikte üstünde tartışılan “cümleler de” asla iddia edildiği gibi değil. Tam tersi basının dinamiklerini “olması gerektiği” yere getirebilecek, bireyi koruyacak ve özgürlüklerin sınırlarını belirleyerek genişletecek bir “düşünce”! Bakın “sansür-bitirilen özgürlük-faşizm” diye yaygara yaptıkları metinde neler var; “...Basın hürriyeti milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın, başkalarının haklarının, özel veya aile hayatının korunması, suçların önlenmesi, yargının bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının, her türlü ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun engellenmesi amaçlarıyla sınırlanabilir”... Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve “özgürlüğümüzü elimizden alıyorlar” yaygarası kopardıkları “üstünde düşünülen” yukarıdaki metine bir bakın! Şunu da lütfen unutmayın; özgürlük başkalarının özgürlüğünün sınırlarına kadardır! Sonuç: Aile hayatını, bireyin haklarını, Yargı bağımsızlığını, tarafsızlığı koruyalım, basın yoluyla ayrımcılığı engelleyelim vurgusu yapan cümlelerle mi BASIN SANSÜR ALTINA ALINIYOR! Ne yapalım, bırakalım basın “bireyi, aileyi, özel hayatı” istediği gibi linç mi etsin! Bırakalım YARGI bağımsızlığını ortadan kaldırıp Yargılama süreçlerine dahil mi olsun! Ayrımcılık mı pompalasın! Bu mu sizin ÖZGÜR BASIN anlayışınız-Özgürlük kavramınız! Son söz: Bu ülkede basın, bireyleri, aileleri, özel hayatları istediği gibi “harcadı”, rating-tiraj uğruna üstünde tepindi ve hep “özgürlük kavramına” sığındı! Bu düzenleme yapılırsa bu kirli dönem kapanacak ve “herkes bireye karşı sınırını” bilecek! Bir ülkede amaç bireyi korumak, bireyin özgürlüğünü arttırmaktır, bireyi basına veya diğer güç odaklarına linç ettirmek değil! Bu düzenlemeyi bir basın mensubu olarak destekliyorum, umarım gerçekleşir! Not: Bu ülkede medya baronları Başbakanları hatta Cumhurbaşkanlarını ve vatandaşı istedikleri gibi yıllarca linç ettiler kimse birşey yapamadı! Anayasa önünde “medya baronu da” ülkenin en uzak köşesindeki “vatandaş da” eşittir ve güçleri de prensip olarak “aynı olmalıdır”! Yıllarca OLMADI, son yıllarda oluyor ve daha iyisi de olacak! Her alandaki bütün baronlar “Anayasal düzene” ve en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en değerli “yapı taşı” olan BİREY’e saygı göstermeyi öğrenecek! YA ÖĞRENECEK! Ya da öğrenene kadar epey zahmet çekecekler! İDO’ya siz de dava açabilirsiniz! İDO konusundaki ısrarlı yayınlar ve yazılarım sonucu konu önemli bir noktaya geldi. Rekabet Kurulu olaya el atarken, Tüketici Dernekleri ve diğer Sivil Toplum Örgütleri de konu hakkında girişimlerine başladılar. Takvim gazetesinin haberine göre “İDO’ya dava yağıyor” ve her gün yeni dosyalar açılıyor... Sevgili dostlar, İDO diyor ki; THY de aynı yola farklı fiyat uyguluyor! Bir detayı gözden kaçırıyor; THY’nin aynı hat üzerinde “3-4 rakibi” var ve TEKEL değil! SEN TEKEL konumundasın ve alternatifin yok arkadaş! Sana “muhtaç-mecbur” olana sen farklı fiyat uygulayamaz, 30 kuruşluk suyu 2.5 TL’ye satamazsın! Önce bunu ANLA! Sonuç: Daha güzel bir Türkiye istiyorsanız, sizler de “durmayın” ve BİREY olmaktan gelen ANAYASAL haklarınızı da bilerek adım atın! Mağdursanız, sizler de dava açabilir, tazminat talep edebilir ve bu ülkenin güçlü vatandaşları olduğunu haykırabilirsiniz! Son söz: İDO da bana dava açmış ve “bunları ortaya çıkarttığım” için benden tazminat talep etmiş! Hakkıdır sonuna kadar saygılıyım! Karar YÜCE YARGIMIZIN! Her şey ortaya çıksın!

Wednesday, August 15, 2012

Sadece ‘ilk kare’ ile karar vermeyin

Son günlerde Türk basınında bazı arkadaşlar zil takıp oynuyorlar, şarkı sözleri de hep aynı; Türkiye’nin dış politikası patladı, bakın neler olacak! Boşuna seviniyorsunuz, yok yere kendinizi avutuyorsunuz arkadaşlar; Türkiye’nin politikası çökmüyor, tam tersi YENİ BİR OLUŞUM, FARKLI BİR DİNAMİK ortaya çıkıyor! Sevgili dostlar, 2006 yılından itibaren tartışmaya açtığım “genleşen Türkiye” ve “Büyük Avrasya Konfederasyonu” tezlerinin “adım adım hayata geçtiğini” izlerken, içeride oluşan tepkileri de gözlemliyorum. Bazıları “doğal akış” içinde anlayamadıkları noktalardan tedirgin olup fikirlerini ortaya koyarlarken, bazıları da “OLUŞUMA” karşı durmak ve ortalığı karıştırmak için “bilinçli” bir politika ile hareket ediyorlar... Bu noktada soralım; gerçekten ne oluyor? 2006 yılından itibaren defalarca yazdım, o günden bugüne çok eleştirildim ama tekrar edeceğim; YENİ DÜNYA DÜZENİ kuruluyor, ANA DENKLEMLER değişiyor ve buna bağlı olarak bölge yeniden şekilleniyor! Bölgede “Büyük Avrasya Konfederasyonu” ortaya çıkıyor... Nasıl yani Türkiye’nin şekli mi değişiyor? Sevgili dostlar, bu bütünleşme sonunda sanmayın ki; Türkiye Cumhuriyeti yıkılacak, yerine hemen bir konfederasyon kurulacak, bu vurguyu “etki alanı” anlamında kullanıyorum. İlerleyen aşamalarda “gerçek bir konfederatif” yapı da sorgulanabilir ama kısa vadede “mesajım” çok net; 1- Yıllardır “Türkiye bölünecek” diyenlere karşı şu cümleleri söylüyorum: Hayır bölünmeyecek, tam tersi genleşecek ve bu genleşmenin ilk halkası da Kuzey Irak, sonrası Kuzey Suriye olacak... Bugünlerde bunu çok net görüyoruz. Kalın bir şerit halinde Suriye, Irak ve İran’ın bazı bölgelerinden aşağıya kadar Türkiye’nin “fiilen yaşandığı” yerler var. Kuzey Irak en belirgin ve en yakın alan. Burada yaşayanların hastanesini, okulunu, üniversitesini Türkler yapıyor ve en önemlisi çok hızlı bir “bütünleşme” süreci var. Aynı model kısa bir süre içinde Suriye’nin kuzeyi içinde geçerli olacak! 2- Yıllar önce katıldığım bir toplantıda “Yeni dünya devi Türkiye”, Ege’den Hazar’a dört tarafı denizlerle çevrili yeni süper güç Türkiye şeklinde tartışılmıştı. Bugün bu yapı ortaya çıkıyor. Kompleks yapmaya, “Bölünüyoruz, iç savaş çıkıyor” gibi şarkılar söylemeye hiç gerek yok. Refah, paylaşım ve huzurun olduğu hiçbir yerde “savaş” çıkmaz. Türkiye “çok kültürlü-tek kimlikli” potansiyelinin farkına varıyor ve bunu siyasi-ekonomik-kültürel dinamikler eşliğinde hayata geçiriyor... 3- İngilizler tarafından zorla çizilen haritalar “yok oluyor” ve bölge “özüne” dönüyor. Bu ÖZ’ün içinde Kürtler “ana unsurlardan” biri ve dalgalanma durulduğunda bu gerçek net olarak görülecek! Sevgili dostlar, hiç korkmayın ve aklımızı bulandırmaya çalışanlardan uzak durun! Burada adına ne derseniz deyin; bu bölgede BÜYÜK BİR OLUŞUM-BİRLİKTELİK ortaya çıkıyor ve burası “dünya düzeninin merkezi” olacak! Yaşasın tam bağımsız, iç-dış yerleşiklerinden kurtulmuş, özgür, hakça bölüşen, emperyal (emperyalist değil) cihanşümul büyük Türkiye... Reklam verenlere bir hatırlatma Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de birtakım internet mecralarının bazı büyük medya yapılanmalarının gölgesinde “tetikçi” kimliğine büründüğünü, bunlardan bazılarını açtığım davalarda mahkum ettirdiğimi yazmış ve sektöre yeni bir soluk adına “Dernek kuruluşumuzdan” bahsetmiştim... Bu yazımdan sonra birçok gelişme oldu. Her şeyden önce, kuruluştan rahatsız olup “saldırıya” geçenler hakkında hukuki işlemleri avukatlarım başlattı. Bu arkadaşların bir kısmı zaten “gözetim altında tutulma ve suçun tekrar etmemesi” cezası aldıkları için, suç unsuruna hükmedilmesi durumunda “hapis cezası” gündeme gelecek. Diğer taraftan Türkiye’nin birçok farklı noktasından yüzlerce internet sitesinin sahip ve yöneticisi “dernek çatısı altında kurucu” olmak için başvurdu. Bu arkadaşlarımızın bir kısmı “kurucu”, bir kısmı ise “üyemiz” olacak ve yola birlikte devam edeceğiz... Sevgili dostlar, bu noktada bir uyarı ile devam etmek istiyorum; sektör “yeni standartlarını” sorgulamaya, oluşturmaya başlayana kadar reklam verenlerin çok dikkatli olmaları gerekiyor. Haberleri olmadan ajansları tarafından verilen reklamlar, o internet sitesinin “tetikçilik sonucu” YARGI önüne çıkması halinde ciddi SORUN haline gelebilir. Örnek vereyim; bir şahsın dijital-internet mecralarında ilanlarınız yer alıyor, sonrasında o şahıs “suçlu bulunarak, gözetim ve suçun tekrar edilip edilmemesi” cezası alıyor. Bu durumda “SUÇ ne ise” o mecraya maddi destek verenlerin de “suç ile ilişkisi” ve “neden destek oldukları” sorgulanır hale geliyor! Uzun lafın kısası: dijital ortamlarda “reklam planlaması” yaparken çok ama ÇOK dikkatli olun. Sonuç: Kime REKLAM verdiğinize DİKKAT EDİN! Suçluya maddi destek vermek “SUÇ”a ortak olmak demektir! Türkiye’de temiz yüzlerce “mecra” var, ajansınızın görevi bulup onları çıkarmak... Not: Bazı internet siteleri kendisi “içerik üretmeden” gazete ve tv’lerin içeriklerini kopyalayarak bunları satıyor ve bu alanlara reklam alıyor. BU HUKUKEN mümkün değil ve yapılan KANUNSUZ! Çok yakında “gazeteler” arasında yapılacak anlaşma ile bu son bulacak ve bu kanunsuz mecralara engel olunacak!

Cidde’ye vuran ateizm dalgaları!

Bazı algılar insanı yanıltıyor. Mesele Suudi Arabistan’ı muhafazakar bir ülke sanırsınız. Zahiren öyledir de. Ama ülkelerin ve şehirlerin de bir başka iç kimliği veya benliği içinde başka bir benliği var. Sözgelimi on yıl kadar önce Cidde’deki boşanma oranlarının Türkiye’deki bazı şehirlere denk olduğunu hatta yarıştığını keşfetmiş ve bunu okurlarımla paylaşmıştım. Hatta sosyal çöküntü veya boşanma oranlarında en laik ülkelerden sayılan Tunus ile en muhazakar kategoride yer alan İran ve Suudi Arabistan'ın yarış halinde olduklarını anlamıştım. Son günlerde 100 akademisyen ve ilim ehli Cidde ile ilgili olarak ortak bir manifesto ve bildiri yayınlıyorlar ve bu şehrin ateizm dalgalarına teslim olmanın kıyısına geldiğini ifade ediyorlar. Daha doğrusu ortak bir çığlık atıyorlar. Sesimizi duyan olur mu diye. Elbette herkesi göreve davet ediyorlar. Nedenleri ve ilaçları üzerinde duruyorlar. Al Misruyyun gazetesinden Abdulaziz Muhammed Kasım (http://www.alwatan.com.sa/Articles/Detail.aspx?ArticleID=11533 ) ‘Suudlu Ateistler ve Öfkeli Ciddeli “başlığıyla yazmış olduğu makale ile birlikte meseleye yeniden neşter vurmuş oldu. Eskiden Mustafa Mahmut gibi kimi yazarlar ‘Ateist Dostumla Diyalog’ misali daha ziyade fantastik boyutta kitaplar kaleme almışlardı. Dr. Furkan Aydıner’in ‘Rabbini Arayan Thomas’ kitabı da merhum Mustafa Mahmut’un tarzının veya serisinin devamı sayılabilir. Ateist birisiyle iman üzerine muhavere ve diyaloglar gerçekleştiriliyor. Lakin bizim bahsini ettiğimiz husus tekil bir durum değil. Bir akımdan ve dalgadan söz ediyoruz. Ateizm akımından ve hem de Kabe-i Muazzama'ya 60 km yakın bir şehirde. Galiba iktidar kavgaları yaparken ve birbirimizin boğazını sıkarken, ontolojik yapı ayağımızın altından kayıp gidiyor. Abdulaziz Muhammed Kasım adlı yazar, saygın bir mecliste bulunduğunu ve orada bu meselenin gündeme geldiğini ve gayyur Ciddeli bir zatın ‘ Ne münasebet! Benim şehrim Cidde’de bunların olduğunu bana kimse inandıramaz. Kimse benim şehrimin namusuna ve dindarlığına dil uzatamaz ve laf edemez!” diye memleketçilik yaptığını hikaye ediyor. Hamasetle verileri veya gerçekleri tersyüz edeceğini düşünüyor olmalı. Besbelli ki zeminin ayakları altından kaydığına bir türlü inanamıyor. Halbuki son sıralarda Hamza Kaşgari gibi kimi gençler sosyal paylaşım sitelerinde ateizme ne kadar eğilimli olduklarını gösterdiler. * Cidde’de ateizmin bir akım ve onun ötesinde gençler arasında örgütlü bir şebeke haline geldiğini sağır sultan bile duydu. Mekke-i Mükerreme'ye 60 kilometre yakın bir şehrin psikolojik anlamda binlerce kilometre uzak bir şehir haline gelmesini veya Cidde’nin Mekke’ye yabancılaşmasını neye bağlamalı ve nasıl anlamalı? Kapitalist şehirler, ruhlarını ve dokularını yitiriyorlar. Yabancılaşma, başkalaşma ve sosyal çözülmeler yaşanıyor. Alioğlu tarzı yapılaşmaların sonucu bu olsa gerek! Bu dalganın temel nedeni de kapitalist atmosfer. Seküler şehirler zamanla ateist şehirler haline geliyor. Sekülerleşme bilahare ateizm üretiyor. Lakin bu Mekke’nin sıcaklığının bir biçimde Cidde’ye yansıtamadığını da gösteriyor. Bu daha da büyük bir felaket. Ruhtan uzak devasa binalar ve bu suni ve yapay mimari doku içinde elbette ki ruhlar çoraklaşıyor ve yabancılaşıyor. Beton kafes imanın geçirgenliğini engelliyor ve yalıtıyor. Kimliksiz mekan ve mekansız kimlik olmaz. Kitleler imanın ve İslam’ın sıcaklığını hissedemez hale geliyor, zombileşiyorlar. Medeniyet hayat tarzıyla kaimdir ve onunla birlikte geliyor. Hayat tarzını üretim ve tüketim şekilleri belirliyor. Ateizm esasında birçok psikoloğun da yerinde teşhisiyle bir fikir olmaktan ziyade bir hastalık ve kainata ve yaratıcısına karşı bir yabancılaşma ve istiğna halidir. Yaratıcısını tanımamaktan kaynaklanır. * Beşeri ilişkilerdeki zayıflama ve kopukluğun getirmiş olduğu ruhi boşlukla birlikte insanoğlu yabancılık gayyasına doğru savruluyor. Türkiye’de Nil Karaibrahimgil gibi özgür kızlar nasıl ki el üstünde tutuluyorsa ve hüsnü kabul görüyorsa aynı şey Körfez ülkeleri için de geçerli. Bunlardan birisi meşhur El Hayat yazarı Bedriye Bişr olmalıdır. Ödül üzerine ödül topluyor. Gençlerin enerjilerini müspete kanalize edebilecekleri ve nefes alabilecekleri bir menfez yok. Geçmişte Afganistan, Çeçenistan ve benzeri yerlerde idealizmlerini yaşatabiliyorlardı. Lakin 11 Eylül ile birlikte büyük oranda bu yolda kapandı. Suudi Arabistan, ne Irak ne Suriye'de gençlerin faaliyetlerine izin veriyor. Yeniden 11 Eylül atmosferiyle karşılaşmak ve menfur olmak istemiyor. Yardım kampanyaları bile 11 Eylül rejimiyle birlikte boğuldu. Dolayısıyla gençlerin önünde kala kala dünyevileşme kaldı ve bu da tatmin etmiyor. Bizdeki 12 Eylül sonrasında Dev-Genç’in, sev genç haline gelmesi gibi bir durum. Gençler seküler şehirlerin atmosferinde tünerken bu defa da manevi emrazla tanışıyor ve ruhları çoraklaşıyor. Dini kurumlar da gençlere ulaşamıyor ve yönlendiremiyor. Onların pek sağlıklı olduğu da söylenemez zaten. Zira onların da içlerindeki ruh çekilmiş durumda. Abdulaziz Muhammed Kasım, Muhammed Gazali’nin bir değerlendirmesiyle meseleyi izah etmeye çalışıyor: "Ateistlerin günahının yarısı dindarların boynundadır. Zira insanları dindarlıktan soğutanlar dindarların ta kendisidir…” İman cezvesi soğuduğu gibi yöntem de cezbetmiyor. Suudlu Yazar Mensur Nakidan (Riyad gazetesi, 16/5/2010 tarihli yazısı) şöyle soruyor: Dindarlığın dumura uğramasında ve zayıflamasında kuru Selefi dindarlığın hiç mi payı yok? Neden Endonezya’da ateizm yayılmıyor da Kabe’nin civarındaki Cidde’de yayılıyor? Bunun nedenlerinden birisi deruni veya içkin dindarlık veya başka bir ifadeyle tasavvufi dindarlıkla bağın koparılması olabilir mi? Kuru dindarlık ve ruhunu yitirmiş şehirler ateizm dalgalarına yol açıyor. Yazar Abdulaziz Muhammed Kasım Cidde’li hamiyetli dostunu teskin etmek için ancak şunları söyleyebilmiş: Bu afeti Cidde’ye mahsus ve onunla sınırlı bir afet sanma! Sadece bütün vatan sathına yayılmış daha büyük bir vebanın görünen ucudur. Cidde ışığında ruhsuz şehirlere imza atan TOKİ modeli yeniden gözden geçirilmelidir.

PKK mesaj merkezi mi?

"PKK bu saldırıyla hangi mesajı veriyor? Sizce saldırının mesajı nedir..." Sanki gizli gündemi olan küresel bir aktörün diplomatik manevralarında ve açıklamalarında gizlediği dış politik çözümlemesi söz konusuymuş gibi. Oysa her saldırıdan sonra çarşaf çarşaf açıklama yapan bir terör örgütü var karşımızda. Doğal olarak PKK, her saldırıda kriptolu mesajlar üreten bir mesaj merkezi değildir. Terör örgütlerinin en önemli enstrümanlarından biri silahlı propagandadır. Nitekim DHKP/C, MLKP ve MKP gibi PKK da silahlı propaganda yapmaktadır. Hatta yol kesip vatandaşlara onlardan ne istediklerini, amaçlarının ne olduğunu "açık ve net bir şekilde" yüzlerce kere anlatmadılar mı? Şemdinli ve Foça saldırılarında da "acaba terör örgütü ne demek istedi" gibi tuhaflıkları artık aşmalıyız. Terör örgütleri bulmaca gibi mesajlar yerine oldukça açık eylemler koyarlar ki meramları anlaşılsın. Bir terör örgütünün eylemi, örgütün amaçlarına, stratejisine ve tarzına aykırıysa, o zaman derin bir analiz gerekir. Sonuçta KCK'nın istediği açıktır, terör yoluyla bizi hizaya getirmek ve ulusalcı/Marksist/bölücü emellerine ram etmek. Adamlar bunu kendi yayın organlarında istikrarla var güçleriyle söylüyorlar ve yazıyorlar. "Artık bireysel eylem yok." Şemdinli'den itibaren yaşanacakların "4. Dönem Devrimci Operasyon" dedikleri yeni bir süreç olduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan ANF'ye tereddütlere mahal bırakmayacak kadar açık konuşuyor: "Şemdinli bir uyarı, bu daha başlangıç... Devrimci Halk Savaşı'nın serhildan ve gerilla ayakları yeni tarz ve taktikle sonuç alıcı bir biçimde gelişiyor." Ayrıca Kalkan, bu yeni dönemde askerlikle ideolojik duruş, gerillacılıkla siyaset arasındaki bağı daha güçlü kurduklarını belirtiyor. "Artık bireysel terör eylemleri yapmayacaklarını, demokratik öz yönetimi silahla sağlama amaçlı bu yeni süreçte Türkiye'nin bölgeden ya çekileceğini ya da teslim olacağını" söylüyor. İşin Suriye ayağı için de konuşuyor Kalkan. "Sadece Güneybatı Kürdistan'da (Suriye) değil Kuzey Kürdistan'da da bir devrim sürecinin yaşandığını ve Suriye'de olanın çok ilerisinde büyük bir mücadele ve çatışma olduğunu" ifade ediyor. BDP'yi marionette gibi yöneten KCK'daki en yetkili ağızlardan birisinin yaptığı bu açıklamaların izaha ihtiyacı var mı? Bakın PKK yayın organlarının yazarlarına. Hepsi de Duran Kalkan gibi "Tek yol işgalcileri Kürdistan'dan çıkarmaktır" naraları atıyorlar. Terör örgütleri tabiatları gereği şifreli değil oldukça açık mesaj verirler. Şifreli mesajlar varsa bunlar halka, askere, polise değil temas kurdukları istihbarat servisinedir. Kaldı ki mesaj okuma zamanı değil, cevap verme zamanı. Cevabınız kati, kararlı ve net olsun ki bir daha taciz mesajları almayın. Sonuçta KCK ülkenin en beklenmedik köşelerinde saldırı yaparak, "Kürt'ün olduğu her yerde ben varım" manipülatif ön yargısını yerleştirme derdinde. Foça'daki saldırı bu minvalde. Güvenlik birimleri saldırıyı PKK'nın İzmir'de mukim olmayan mobil ekiplerinden birisinin yaptığı kanaatinde. Mayının patlatılmasından sonra açılan ateş, PKK saldırılarının karakteristik bir şekli. Ayrıca bomba parçaları üzerinde parmak izleri var. Eldeki bilgilerin bu kadarla sınırlı olması durumun vahametini artırıyor. Diğer yandan Hakkâri'ye 1 saat mesafede olan ve geçen yıl 50 kadar örgüt üyesinin etkisiz hale getirildiği Kazan Vadisi'ne 80 terörist tekrar yerleşti. Bu da yapılması gereken operasyonların bir kereliğine veya bir dönem için değil, daimi olması gerektiğini gösteriyor. Bir terör örgütü, özellikle kırsaldaki silahlı gücüyle ölçülür. Bugün DHKP/C, MLKP ve MKP gibi terör örgütlerinin etkinlik sağlayamamasının en önemli sebeplerinden birisi, kırsalda silahlı kadroları olmamasıdır. Kır gerillası-şehir gerillası polemikleri illegal sol fraksiyonlarda ciddi parçalanmalara sebebiyet verdi. KCK ise hem kır hem de şehir gerillası modeline ulaşmış durumda. Ama şehir gerillası modelini de besleyen nihai olarak kır gerillası varlığıdır. Yani kırdaki silahlı varlık yok edilmeden şehirlerde huzur bulmak mümkün değil.

İnsanlar, hayvanlar derken artık fosillere de saldırılıyor

Kimi halkını öldürüyor, kimi komşu taşlıyor, kimi fosile saldırıyor .. birileri de Mars’ta hayat arıyor… bize Mars da dar gelir. Durumun ne ideolojik ne felsefi ne bilimsel bir açıklaması olabilir, saldırı saldırıdır, hiçbir özrü yoktur. Esad için lanet okurken, tuttuklarını camdan atan, kan revan içinde dövüp sonra kameralar karşısında vuran muhaliflerden, ülkemdeki kadın cinayetlerine, nefret suçlarına, din, dil, ırk ayrımı yaparak şiddete koşanlara kadar nasıl aynı tepkiyi veriyorsam, bir sergiye yapılan saldırıyı da acınası bir rezillik olarak görürüm. Taşa saldırdı adamlar… Moda gibi medeni, elit denen bir muhitte. İnanılır gibi değil. Öncelikle bir sergiye saldırmak ne demek?.. Kimsiniz siz, nesiniz, neyle beslendiniz, nerede büyütüldünüz? Laboratuvarda mı? Aklınızı nerede kaybettiniz? Hangi acizlik duygusu içindesiniz de taş parçalarına saldırmak için bu sıcakta üşenmeyip toplandınız, pankartlara yazı yazdınız, araya Başbakan adı sıkıştırıp binlerce yıldır toprak altında yatmış, şimdi halka sergilenen değerli fosillere saldırırsınız? Kime uyarsınız siz? Türkiye’deki arkeolojik kazılara saldırıyor musunuz sık sık? Müzelere gidip taşlıyor musunuz? Saldırıyorsanız neden, saldırmıyorsanız şimdi bu niye? Anlamlandıramayana anlatalım… Komünizmi bir daha anlatalım… Taş dedik ama nazar boncuğu, uğur taşı satanlara saldırdıkları daha hiç vaki değilken fosillere saldırıyorlarsa bunun altında ne var diye bakmak lazım. Her biri büyük araştırmalarla, yıllarca eğitim alınarak, binbir emekle çıkarılan ve dünyanın her yerinde büyük bir özenle korunup sergilenmeleri için dev müzeler kurulan fosiller… İnternette haber başlıkları; “komünistler fosil sergisine saldırdı”. Hoşgeldiniiiiz… Komünizm… her şeye saldırır şaşırmamak lazım. Yok farkı PKK saldırılarından… Adamların videoları var; “Kürdistan’ı kuralım, asıl zulümlere o zaman başlayacağız” diye. Devlet yönetecekmiş bunlar. Uygurlar diye girin internete görün nasıl yönetiyorlar. Komünist zihniyette aslolan kargaşadır. Yazıyorum sağduyuyu kaybetmeyelim, aklı koruyalım, barış ne işe yarar… diye sık sık. Ne komünizm’de ne faşizm’de barış olmaz. Sağduyu olmaz, sevgi, şefkat, akıl, mantık, birlik, kardeşlik olmaz. Herkes eşit olsun falan diye süslü bir iki cümle koyarlar tepeye, başa geldiler mi ülkeyi kendi heykelleriyle kaplarlar - dünya para verip (heykele ve silaha sıkı para harcar komünist), gencecik beyinleri ‘iyi olduklarına’ inandırırlar, sonra din insanoğlunun afyonudur deyip, dünyanın tüm esrar, eroin ticaretini kendileri yürütür, faiz üstüne faiz bindirip üç kuruşa, insanları intiharlara sürüklerler. Amaç kendi afyonlarını satabilmektir. Kendi silahlarını. Korkuturlar, beyin yıkarlar, genç genç insanları ‘yaratılış delili bunlar’ diye taş parçalarına saldırtırlar, sonra da maddeye tapındırırlar. Gerçek bir korku imparatorluğudur komünizm… ‘Maneviyata yönelten her unsur maddeden uzaklaştırır’ endişesiyle beyin yıkarlar. Tüm gelir kaynakları maddedir çünkü. Eğitimden basına çok kollu bir strateji yönetirler… Derin devletler kurarlar. Sinsi sinsi çalışırlar. Çünkü çok korkarlar. Akıldan, sağduyudan, barıştan ödleri patlar. Çıkıp babayiğit gibi bir bilimsel makaleyi bile tartışamaz, kaçar, kaçarken taşlarlar. Sonuç ortada. Ülkeye bir şey olmaz, koca Sovyetler bile tutunamadı komünizme… bizde de son kırıntısı PKK kaldı, o da almasın onca silah yardımını o uyuşturucu tacirlerinden de görelim fikri gücünü… Terör örgütü olmaktan başka çaresi kalmamıştır komünist zihniyetin, kardeşlik, barış, eşit haklar lafını kimse yutmaz artık milyonlarca ölümden sonra dünya tarihindeki. Paylaşmak istiyorsanız buyrun Arakan orada, Somali orada, kıyın 5 liranıza da gönderin. Eşitlik, hak, adalet diyorsanız buyrun… lösemili çocuklar var yardım bekleyen, engelliler, hapislerde meslek edinmeye çalışanlar, sokak çocukları… onlar için çalışın. Elalemin kazancıyla, inancıyla uğraşmayı bırakın kendi cebinizdekini paylaşın. Devlet herkese para dağıtsın ama sen cebindeki paylaşma… eğitimini, görgünü, kültürünü, bilgini, becerini arttırma, devlet versin. Üstelik bir de dini yasaklasın. Sabah akşam onu bunu kıskan, bir gün şükretme elindekine, evindekine… Bilim mi anlatacaksınız? Eee yüzyıldır anlatıyorsunuz her kürsüde, üstelik yasaklayarak tüm karşı görüşleri. Sizi engelleyen de yok, bu öfke niye? Kime? Size demokrasi bir, iki değil yüz gömlek büyük gelir… boğulursunuz… ki boğuluyorsunuz.

Bu Kafayla PKK Savaşı Bitmez

1. PKK, üç beş çeteci ve çapulcu değil, bir gerilla ordusudur. 2. Gerilla savaşları konvansiyonel orduyla, konvansiyonel savaş metotlarıyla kazanılamaz. 3. PKK'yı bitirmek için tamamen profesyonel (Mânen ve maddeten) vasıflı, güçlü ve üstün bir anti-gerilla ordusu kurulmalıdır. 4. PKK'yı başlangıçta derin TC, derin istihbarat, bir kısım derin egemen azınlıklar, derin Kriptolar kurdurtmuştur. 5. Resmî ideoloji ve vesayet rejimi varken PKK terörü ve savaşı bitmez. 6. Otuz senedir PKK savaşları ve terörü sürüyor, bir türlü bitirilemiyor. Birileri bunu bitirmek isteyeni bitiriyor. 7. PKK'ya Türk ordusunun silahlarını ve cephanelerini kimler vermişse, onlar bulunup cezalandırılmadıkça bu savaş bitmez. 8. PKK'nın gölgesinde uyuşturucu ticareti yapıp zengin olanlar ellerini kollarını sallayarak dolaştıkça bu savaş bitmez. 9. Müslüman Türkiye'de, M. Kemal'in ölümünden sonra çıkartılmış anti-İslamî Kemalist ideoloji yürürlükte kaldığı müddetçe PKK terörü bitmeyecektir. 10. PKK'nın arkasında "bir kısım" Ermeniler, Siyonistler, Kriptolar, Pakraduniler, Dönmeler, Haçlılar, Misyonerler, Emperyalistler, Sömürgeciler, AB'ciler, ABD'ciler vardır. Bu gerçek bilinmeden ve gereken çare ve çözümler bulunup hayata geçirilmeden PKK bitmez. 11. PKK terörü ve savaşı konusunda, neticelerin ötesinde sebeplere ulaşıp onları nötralize etmedikçe bu savaş bitmeyecektir. 12. Halk otuz seneye yakındır PKK konusunda aynı teraneleri, lafları, sloganları, aynı edebiyatı işitmektedir: "Bunlar birkaç çapulcu... Devletimiz güçlüdür... Bunları yok edeceğiz... Artık sabrımız tükendi..." gibi. Devlet güçlü ise otuz sene geçti, bunları niçin bitiremedi? 13. TC, PKK ile yaptığı savaşta Şeriat ve Tarikat kanatları ile uçmazsa bu savaşı kazanamaz. 14. PKK'ya karşı yirmi beş otuz binlik özel bir komando ordusu kurulmalıdır. 15. Bu orduda, komando eğitiminin yanında Şeyh Şamil'in Müridizm teşkilatı ve ahlakı olmalıdır. 16. Doğu ve Güneydoğuda samimî olarak İslam ilan edilmelidir ve gerekleri yerine getirilmelidir. 17. Aslına uygun İslamî zihniyet ve ahlak olmadan bu savaş kazanılamaz. 18. Kurulacak ordunun başına askerî deha bakımından Napolyon gibi hırslı ve bir general getirilmelidir. 19. PKK konusunda kendilerine güvenilmeyecek isimler listesinin başındaki ilk iki kişi Barzanî ve Talabanî'dir. 2o. İranın Kürt meselesinde Türkiye'ye zararlı bir tutumu varsa, o ülkede ağır baskı altında yaşayan yirmi milyon Sünnî kozu kullanılmalıdır. 21. TC'deki yoğun, genel, dehşetli kokuşma, kirlilik devam ederse ne PKK krizi çözülür, ne de öteki krizler. 22. Dinî büyük ve güçlü bir sekt, bir saray darbesiyle, çeşitli entrikalarla, kadrolaşma ve sızmalarla iktidarı ele geçirmek istemektedir. Böyle bir şey olursa, Türkiye büsbütün karışacak ve belki de parçalanacaktır. 23. Türkçülük, Kürtçülük ve başka ırkçılıklar kaldırılmalı, PKK'ya karşı İslam bayrağı altında savaşılmalıdır. Bugünkü rejimin yapısı, resmî ideoloji yasak ve tabuları böyle bir iyi gelişmeye imkan vermez. 24. İsrail'in PKK'yı desteklediği uluslararası hukukta geçerli belge ve bilgelerle ispat edildiği takdirde, Siyon devleti ile ilişkilere son verilmelidir. 25. Bağdad'ta iktidar Sünnilerin eline geçerse, Suriye'deki Nuseyrî rejim yıkılırsa Türkiye ve bu iki devlet birleşerek "Ortadoğu Federasyonu" adı altında birleşmelidir. 26. Bu üç devletin vatandaşları vizesiz, pasaportsuz sadece kimlik kartıyla dolaşabilmelidir. Federasyonun tek parası olmalıdır. 27. Bütün Müslümanlar ehliyetli, liyakatli, dirayetli, ziyalı, son derece yüksek ahlak ve karakterli, doğru ve dürüst, ufukları 360 derece açık, dinde salih, siyasette dâhi müstesna bir zatı İmam-ı Kebir olarak seçmeli ve kendisine biat ve itaat etmelidir. 28. İslamî hareketin, hizmetlerin, faaliyetlerin içine sızmış olup onu kirleten ve sinsice sabote eden; münafıklar, arivistler, gulülcüler, rantçılar, hırsızlar, soyguncular, ehliyetsizler, zurnanın son deliği bile olamayacak balonlar, cahiller, sahtekarlar, soytarılar, holiganlar, kara para zenginleri ve diğer bütün haşarat tasfiye edilmelidir. Daha yazılacak çok önemli maddeler var, onları başka bir yazıya bırakıyorum. Bu yazdıklarımın bir kısmı bazılarına pek uçuk gelecektir. Hiçbir şey Türkiye'deki bugünkü keşmekeş, rezalet, kaos ve anarşi kadar uçuk olamaz! "İkinci yazı" Süleymaniyede Sabah Namazı Pazar sabahını Süleymaniye camiinde kıldım. Biraz hareketlilik vardı ama cami yine 10'da 9 boş sayılırdı. Bir saat kadar Kur'an tilavet edildi. Cemaate baktım... Ancak yüzde onu takkeliydi... Doğru dürüst İslamî kıyafeti olan bir kişi bile gözüme çarpmadı. Kısa kollu tişörtler... Bazısının üzerinde İngilizce yazılar var... Hatta gecelik eşofmanla gelen bile vardı. Bundan yüz küsur yıl önce bir Ramazan sabahı o ulu camide kim bilir ne vakarlı bir cemaat vardı. Sarıklılar, cüppeliler, fesliler, ulema, rical... Şeyhler dervişler... Süleymaniyenin son restorasyonu hiç başarılı olmamış. Makine halıları son derece kalitesiz ve zevksiz. Büyük kubbenin kalem işleri bir felaket... Dıştan Erciyes dağına benzeyen o ulu mabedin bugünkü iç süsleri, renkleri onu sönük, donuk ve küçük gösteriyor. Gazeteler yazdı, son restorasyondan sonra caminin akustiği bozulmuş. Çıkış kapısı tarafında üstü kaval altı şişhane berbat bir büfe dolap vardı, çok şükür üstünü götürmüşler. İnşaallah ikinci kısmı da atarlar... Eskiden sabah namazlarının farzları daha uzun kılınırdı... Namazdan sonra Küçükpazar ve Dolapdere bitpazarlarına uğradım. Üç adet Uzakdoğu işi sırlı el boyamalı seramikten yeşil çay bardağı aldım. On beş kadar kitap, tavuslu kobalt mavisi kocaman bir tabak, el dokuması ince bir yolluk vs... Sabah namazlarında ve diğer farzlarda camileri nasıl dolduracağız? Bu konuda ne yapabiliriz? Allah Müslümanlara otomobiller ihsan etti ama bunları bilhassa seher vakitlerinde camilere gitmek için kullanmıyorlar. Namazda ve cemaatte dünyevî rantlar olsa sanırım rağbet daha fazla olur. Olur ama ihlasa aykırı düşer, namaz makbul olmaz. Müslüman halka, camileri sabah namazlarında cumalarda olduğu gibi doldurmadıkça kurtuluş olmayacağını nasıl anlatmalı bilmem ki? Diyanet camilere kadın doldurma heves ve emelini bıraksa da erkekleri doldurmaya baksa ne iyi olur. Bid'atçi Fazlurrahmanın beş vakit namaz konusundaki görüşünü merak ediyorum. Namazı da mı tarihsel sayıyor acaba? Ramazan bitecek, mübarek ayda namaz kılanların çoğu bayramdan sonra terk edecek. Yine eski hamam eski tas... Resmî Diyanet ve öteki özel diyanetler, yani cemaatler niçin yoğun, devamlı, etkili namaz propagandası yapmıyor? *Pazar Günü Öğle ile İkindi Arası Önümüzdeki Pazar günü öğle namazından sonra saat: 14'ten ikindi namazına kadar Beyazıt Meydanı Kitap Fuarındaki BEDİR YAYINEVİ standında bulunacak ve kitap imzalayacağım. 10.08.2012

Bir İdris Naim Şahin klasiği daha!

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, "Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul'da kalemle devam ediyor" dedi. Bakan Şahin, Marmara Yöneticiler Federasyonu'nun (MAYFED) Grand Cevahir Otel'de düzenlediği iftara katıldı. Burada konuşan Şahin, örgütün belli tarihlerde saldırılar gerçekleştirdiğine dikkati çekerek, “Şemdinli'de ne oluyor?' sorusunun gerçekleştiği alanda 1 gündür farklı bir temas söz konusu. Örgüt 2011 yılını final yılı ilan etmişti, Kuzey Afrika'da söz edilen bahar havasını isteyenler vardı. Bunu başaramamanın sıkıntısı var onlarda” dedi. 'Kimin kime kurşun attığı bilinmeyecekti' Newroz'da gösterilere izin verilmemesinin nedenini de açıklayan Şahin, izinsiz gösterilerde 60-70 bin kişinin toplandığını, eğer buna izin verilseydi, bu rakamın 500 bini bulacağını belirterek, “Kimin kime kurşun attığı bilinmeyecekti” dedi. PKK'nın daha sonra Öcalan'ın doğum günü olan 4 Nisan'da da eylemler planladığını söyleyen Şahin, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün ve 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın da provokasyon için kullandığını ifade etti. 5-6-7 Temmuz'da Laliş Yaylası'nda “Koyun Kırpma Şenliği” adı altında yapılan şenliklerde de PKK'nın dağ yapılanmasına insan kaynağı sağladığını anlattı. Şahin, bu tür organizasyonlara izin verilmediğini ve verilmeyeceğini dile getirdi. 'Mermiyle Ankara'da yazılanın bir farkı yok' BDP'yi “kukla siyasi parti” olarak niteleyen Bakan Şahin, “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul'da kalemle devam ediyor, İstanbul'da kitapla devam ediyor. Geçimli'de atılan havan mermisiyle burada, Ankara'da yazılan yazıların bir farkı yoktur” diye konuştu. Bütün sorunlara rağmen karamsarlığa ve çözümsüzlüğe kapılmadığını söyleyen Şahin, “Bunlar bizi sorumluluğa yöneltiyor” dedi. “Ben de diyorum ki, 'İnsaf yahu insaf” “Terör örgütünün iş bölümü yok. Bu ülkede alan, sorumluluk alanı ayrımı doğru değildir. 'Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır' anlayışını yerleştirmeye çalışıyoruz” diyen Şahin, kendisine yapılan eleştirilerin haksız olduğunu, eleştirilerin en yoğun anında kendisi hakkında “Edep yahu” diye gazete manşeti atıldığını söyledi. Şahin, “Bana, 'edep yahu' diyenler Geçimli saldırısında ne yazdılar, ne dediler merak ediyorum. O zaman ben de diyorum ki 'İnsaf yahu insaf'. Kılın kıpırdamıyorsa sana zavallı desem kopyacılık olur. İnsaf diyorum” şeklinde konuştu. KCK davalarına da değinen Şahin, “KCK hafife alınacak bir yapı değildir. 'Sivil, düşünsel, siyasi yapılanmadır' diye geçiştirilecek bir yapı değildir. Herkes tek başına devlet mi olur, köle mi olur onu bilemeyiz. Bu ülkede KCK'ya karşı yapılan devletin çalışmasıdır, benim şahsımın çalışması değildir. Yargı ve güvenlik güçlerinin ortak çalışmasıdır” dedi.

Friday, August 10, 2012

‘Küresel Yerleşik Düzen’in amacı...

Başlığa sığmayacağı için yeniden yazmak istiyorum; “Küresel Yerleşik Düzen”in bugün için tek bir amacı var, yeni sistem içinde her türlü çabaya rağmen güçlü kalmaya devam eden iki lideri Erdoğan ve Putin’i karşı karşıya getirmek... Sevgili dostlar, bundan aylar önce “küresel yerleşik yapının hedefinde iki lider var” ana fikrinden yola çıkarak bir yazı kaleme almış ve liderlik özellikleri güçlü olan, yeni düzene geçişte kilit olacak iki ülkeye hakim olan Erdoğan ve Putin’in hedef olacağını iddia etmiştim. Son Suriye olayında bu iddiamın hayata geçtiğini ve özellikle “dış odaklar-iç uzantılar” tarafından senaryonun zorlandığını gördüm. Bizim basının bir bölümü özellikle HOLDİNG MEDYASI işi tamamen Rus düşmanlığı üstüne oturtmaya ve körüklemeye çalışırken, İngiliz gazeteleri ve özellikle WSJ gibi Amerikan görünen ama asıl sahibin İsrail olduğu basın organları da elinden geleni yaptılar...Olmadı, tutmadı ve yine başaramadılar. Gidişi çok iyi okuyan Başbakanımız Putin ile bir telefon görüşmesi yaparak olabileceklerin önüne set çekti...Birkaç gün önce 24 ekranlarında “YENİ DÜNYA DÜZENİ ve tercih yapacak ülke Rusya” analizimi paylaşırken bir noktanın altını defalarca çizdim; sistem 3 ana parça üstünde şekillenecek, Amerika ve çevresi, Türkiye ve periferisi, Çin-Hindistan-İran ve nerede olacağına karar verecek RUSYA. Daha kısa tanımıyla Rusya ya Amerika-Türkiye çizgisine katılacak ya da Çin-Hindistan-İran üçgenine. Son günlerde yaşananlar ve Başbakan Erdoğan’ın bana göre yürüttüğü mükemmel siyaset, Rusya’nın Amerika-Türkiye çizgisinde kalmayı tercih edeceğini ve bölgede “eş parçayı” Türkiye olarak seçeceğini gösteriyor. WSJ’nin tavrı ve İsrail’in paniği de buna en güzel ön işaret... Bu tespitler sonrası yeniden başa dönmek ve daha önce de sorduğum “yerleşik yapı neden Erdoğan ve Putin’i istemez sorusuna önceki yazılarımdan da alıntılarla kısaca değinmek istiyorum... Sevgili dostlar, Avrupa’nın inorganik bir şekilde nasıl yeniden şekillendirildiğini görünce ve özellikle kriz algılaması altında küresel sistemin başta Fransa’daki sosyal yapı olmak üzere Avrupa’da kalan son değerleri nasıl yok ettiğini anlayınca, Türkiye ve Rusya’da Erdoğan ve Putin’in bu küresel yapıyı nasıl rahatsız ettiğini anlamak zor değil...Koskoca Almanya Merkel’e teslim edilirken, Fransa, İtalya ve diğerlerini yöneten arkadaşların durumu Spartaküs’ten de kötü! Lider yok, liderlik mekanizmaları linç edilmiş, sistem öne çıkarak halkı ezip geçmek için hazır! Kısacası; Küresel Yerleşik Düzen ve uzantılarının diş geçiremediği iki isim var ve bu liderler her “istediğimizi yaparız” yolunda mutlak hedef... Sonuç: Bugünün dünyasında imparatorluktan gelen ve süper güç olmaya gidebilecek kilit topraklarda iktidarda olan ve “küresel dinamiğin” kontrol edemediği iki isim var; Erdoğan ve Putin...İkisi de çok güçlü liderler ve ülkelerindeki değişim ve ortaya çıkan yerleşiklere karşı savaş dinamiğinin altında şahsi güçleri ve yarattıkları çok güçlü algılama yatıyor. Bu iki ülke halkının da 2001 ‘den itibaren deşifre olan ve yeniden güçlenerek gelişen küresel silindirin kendilerini ezmemesi için, yukarıdaki kısa analizi düşünmeleri ve yeni küresel yapının ülke sınırlarını yok ederek bireyin kanını emmek üzerine bina edildiğini anlamaları-anlamlandırmaları gerekli! Amerika-Türk-Rus işbirliği ve yeni şekillenen düzen açısından çok çok önemli...Suriye denklemine ve sonrası ortaya dökülenlere bir de böyle bakın ! Sorgulamaya devam edeceğiz... Not : Bakın bir Rus düşünür ne diyor: “...Petro öncesinin eski Rusya’sı ile Petro sonrasının yeni Rusya’sı arasındaki fark çok net ve derin. Eski Rusya organik hayata tekabül etmektedir ve burada toplumsal birlik sağlanmıştır. Yeni Rusya ise organik değil, parçalanmış ve durağandır. Petro, batı hayranlığı yüzünden özü tahrip etmiş, Tatar Han’ı, Rus Çarı ile yer değiştirerek, Rusya’nın Cengiz Han’dan başlayarak gücünü aldığı tüm temeller çökertilmiştir.” Şimdi şunu soralım; 1938 sonrası özellikle Atatürk’ün aramızdan ayrılmasıyla ortaya çıkan Türkiye’nin Batı hayranlığı ve emperyalist baskıyla köklerinden koparılması hatta bugüne kadar gelen “Avrupalı olma” baskısının Rusya’da yaşanandan ne farkı var?

Özal’ın ‘ölümü-öldürülmesi’ sadece 1 kare!

Türk kamuoyu DDK raporuna odaklanıp ne olacak sorusuna sadece “mezar açılacak mı” noktasından bakarken bu karenin önüne arkasına bazı resimler eklemek ve BÜTÜNÜ görmeyi denemek istiyorum... Sevgili dostlar, 1988’den 2003’e yani “Necip Torumtay’ın istifasından 2001 ekonomik krizinde Türkiye ekonomisinin Kemal Derviş’e teslim edildiği güne” ve sonrasında 2003’te Süleymaniye’de başımıza çuval geçmesiyle biten filmin bütün sahnelerine çok dikkatli bakmak ve şu soruya cevap aramak gerekli; 1998-2001-2003 arasında Orta Doğu-Orta Asya denkleminde “dünya düzenini de” kökünden etkileyecek neler tasarlanmak istendi, ne kadarı hayata geçirilebildi? Birlikte bakalım; 1- 1988 Hürriyet Gazetesinin sahibi Simavi, Özal’a çok sert bir mektup yazdı! Mektup öyle bir noktaya varmıştı ki; “siz o yaratık değilsiniz” ifadesi dahi mektupta yer aldı. 2- 1998-1990 arasında Türkiye’yi “Ortadoğu Denklemine “sokmak isteyenlerin baskısı içeride-dışarıda devam ederken, Amerika ile birlikte hareket etmek isteyen Özal’ın tavrına karşı Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etti. 3- Yıl 1992. Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı. Amerika ile hareket edemeyen Özal’ın Ortadoğu-Orta Asya politikası farklılaşmaya başladı ve Özal başta Eşref Bitlis olmak üzere, İsmet Sezgin, Adnan Kahveci gibi isimlerle ilişki kurarak Demirel’in de “dahil olduğu” bir süreçte görüşmeleri başlattı. Bu kapsamda İsmet Sezgin 1992 yılında Irak’a gitti ve Suriye ile bazı girişimlerde bulundu! 1992’nin başından itibaren ABD ile Ortadoğu’ya girelim diyen Özal, ‘Türkiye Ortadoğu’da kendi politikasını geliştirmeli’ derken söylemlerinde Türkiye’nin Avrasya Konfederasyonu’na geçebilecek bir yapıya sahip olduğunu ilk defa ortaya koyan kişi oldu! Bir not: 1992 yılında Muavenet yanlışlıkla vuruldu! 4- İsmet Sezgin’in temasları sonucu Türkiye ile İran arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma PKK’nın tasfiye edilmesi ve Türkiye’nin İran’la Ortadoğu’da aktif olarak hareket etmesi esasına dayandı! 5- 1992 yılında Eşref Bitlis Barzani-Talabani ile görüştü, protokol imzalandı! Önemli not: Bu görüşmeler sürerken Eşref Bitlis ile Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş arasında çatışma başlıyor. Bitlis, yaşadıklarını arşive geçsin diye mektup halinde Özal’a aktarıyor. Özal ve Bitlis’in politikası aynı “Türkiye aktif olacak”! 6- 1993 yılının Ocak ayında Demirel Suriye ile protokol imzalamak üzere Şam’a gitti ve aynı protokol imzalandı; Terör örgütlerinin tasfiyesi ve Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif politikası için işbirliği yapılması. Yine not düşelim; bütün bunlar olurken bugün tartıştığımız “Ergenekon-PKK” bağlantısının net delillerine Uğur Mumcu ulaşıyor ve Özal ile paylaşıyor. Sevgili dostlar, şimdi sıkı durun, bakın bu noktadan sonra neler oluyor ? 1- 1993 yılında Demirel’in Suriye’den dönmesini takip eden 60 gün içinde Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis aramızdan ayrılıyorlar! 2- Bu ölümler daha tartışılırken Nisan 1993’te Turgut Özal hayatını kaybediyor ve bugün konuşulan sorular zinciri ortaya çıkıyor. Özal ölmeden çok kısa bir süre önce ölen Bitlis’in mektubunu bir kez daha okumak için istetiyor. 3- Petrol Boru hattı keşif gezisi olduğu gün terör örgütü silahsız sivil araca bindirilen 33 askerimizi şehit ediyor! Tesadüfe bakın ki; haber bölgede keşif yapan İngiliz petrol şirketi yetkililerine anında Londra’dan ulaştırılırken Türk medyası olayı 8 saat sonra öğreniyor. 4- Temmuz 1993’te Madımak olayı yaşanıyor ve Türkiye’nin ilgi alanı kayıyor! Bu olayların arkasından gelenleri de sayalım; 1994 krizi ve devalüasyonu, Simavi’nin Özal’a mektup yazdığı gazete dahil Türkiye’de büyük şirketlerin el değiştirmesi, 1997-1998 krizi ve değişimin hızlanması, 28 Şubat süreci, 1997-1998 Amerika’da “Yeni Bir Yüzyıl İçin Strateji” Belgesinin hazırlanması ve ilan edilmesi, 2001 krizi-Türkiye’nin Derviş’e teslim edilmesi ve son deneme olarak Süleymaniye’de başımıza çuval geçirilmesi... Sonuç: 1988’den başlayan 2003 yılına kadar devam eden Dünya Düzeni ve bölgemizi şekillendirme dinamiği Türkiye’nin Özal’ın yapamadığını yaparak kendi yoluna gitme özgürlüğünü kazanmasıyla son buldu. Daha açık yazayım; Türkiye’yi istediği “kaba dökemeyen” küresel askeri-endüstriyel yapı, Türkiye’nin “bölgenin lideri olduğunu” kabul ederek bu politikadan vazgeçti... IMF’nin Türkiye’den kovulması, içeride yerleşik yapıların çökmesi ve 2003 sonrası ortaya çıkan başarıyı doğru anlamalı, nasıl bir “kefeni yırttığımızı” çok çok iyi analiz etmeli -anlamlandırmalıyız! Son soru: “One Minute çıkışı” hangi süreci bitirdi ve aslında dünyaya neyin ilan edilmesiydi? Sizler de lütfen düşünün sorgulamaya devam edeceğiz...

TABUT-U SEKİNE HZ. MUSA'NIN AHİT SANDIĞI NEREDE SAKLANIYOR?

Ahd-i Atik Sandukası Yüce Rabbimiz'in Kuran'da bildirdiği ve içinde Hz. Musa ve Hz. Harun'dan eşyalar barındıran değerli bir sandıktır. İslam alimlerine göre sandukanın en önemli özelliği ise MÖ. 587 yılından beri nerede olduğunun bulunamaması ve ahir zamanda çıkacak bir şahıs olan Mehdi tarafından bulunacağının kabul edilmesidir. (En doğrusunu Allah bilir.) Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde ve çeşitli tarihi kaynaklarda dikkat çekilen bir konu olan Ahd-i Atik Sandukası Yüce Rabbimiz'in gönderdiği Kuran'da bildirilmektedir. Ayrıca İlahi bir kitap olarak indirilen ancak sonradan tahrif edilmiş olan Tevrat'ta da bu sanduka hakkında bilgiler yer almaktadır. İslam alimleri tarafından Kuran ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olacağı bir dönemin de habercisi olan sanduka hakkında Kuran'da şu şekilde bildirilmiştir: "Peygamberleri onlara dedi: "O-nun hükümdarlığının belgesi size Tabut'un gelmesidir. Onda Rabbiniz'den 'bir güven duygusu ve huzur' ile Musa ailesinden ve Harun ailesinden artakalanlar var; onu melekler taşır. Eğer inanmışlarsanız bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır." (Bakara Suresi 248) Tarihi Kaynaklara Göre Sanduka Ahd-i Atik Sandukası hakkında tarihi kaynaklar incelendiğinde birçok bilgi ile karşılaşılmaktadır. İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışlarından sonra Sina Dağı'nın eteklerinde imal edildiği düşünülen sandukada Hz. Musa'dan kalan taş levhalar ve Hz. Harun'dan kalan eşyalar bulunmaktadır. Tarihi kaynaklara göre; Ahd-i Atik Sandukası Hz. Harun döneminden sonra Hz. Davud döneminde şehrin Birleşik Yahudi Krallığı'nın başkenti ilan edilmesiyle Kudüs'e taşındı. Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mabede konulan sanduka MÖ. 587 yılına kadar Beytülmakdis'te kaldı. Aynı yıl içinde Babil İmparatoru Buhtunnesar -Babil'in Asma Bahçeleri'ni yaptıran kral- Kudüs'ü işgal etti ve o tarihten sonra yaklaşık 500 yıl ortadan kaybolan sandukanın tahrip edilemediği ve onu koruyan Levililer tarafından mabedin altında hazırlanmış gizli bir bölmede saklandığı inancı yayıldı. M.S. 70 yılında ise Roma valisi Titus'un Beytülmakdis'i yıktırdıktan sonra bu yeraltı odasına da ulaştığı ve mabedin kutsal eşyalarıyla birlikte sandukayı da Roma'ya götürdüğü varsayılmaktadır. Kayıp Sandukayı Bulma Arayışları Ahd-i Atik Sandukası M.Ö. 587 yılından bu yana bulunamamıştır. Bununla beraber Yahudiler sandukanın ancak Mesih'in gelişinden sonra ortaya çıkacağına inandıklarından tarih boyunca sandukayı arayanlar genellikle Yahudiler değil Hıristiyanlar olmuştur. Mabed Tepesi'nde yapılan ve kaydedilmiş ilk "sanduka kazıları"nı 19. yüzyılda Haçlılar döneminde Mabed Şövalyeleri yapmıştır. O tarihte ve yakın tarihte yapılan araştırmalarda sandığın izine rastlanmamış ancak bu konu son dönemlerde tüm araştırmacıların ilgi odağı haline gelmiştir. Tevrat'ta Sanduka Yarattığı her şeyi sonsuz bir ilim ve hikmet üzerine yaratan Yüce Rabbimiz sandukanın varlığını Kuran'ın yanı sıra Tevrat'ta da bildirmiştir. Taş tabletlerin birisinin Sina dağında Hz. Musa'ya verildiği ve bu taş tabletlerin Horeb dağında sandığa konmuş olduğu Tevrat pasajlarında şöyle bildirilmektedir: "Ve Sina dağında Musa ile söyleşmeyi bitirince şahadetin iki levhasını ona verdi." (Kitabı Mukaddes. Çıkış. Bap. 31) İsrailoğulları Mısır'dan çıktıkları zaman RABBİN onlarla ahdettiği Horeb dağında sandığın içine Musa'nın koymuş olduğu iki levhadan başka içinde bir şey yoktu." (Kitabı Mukaddes /Tarihler II. Bap5) Daha sonra bu sandığın Hz. Davud tarafından taşındığı ve Hz. Süleyman tarafından yerine konduğu ise yine Tevrat'ta şu şekilde haber verilmektedir: "Ve Davud kalktı ve isimle kerubiler üzerinde oturan ordular Rabbinin ismiyle çağrılan Allah'ın sandığını Baale-yahudadan çıkarmak için yanındaki bütün kavimle oraya gitti. Ve Allah'ın sandığını yeni bir arabaya koydular ve onu tepede olan Abinadabın evinden kaldırdılar; ve Abinadabın oğulları Uzza ve Ahyo yeni arabayı sürüyorlardı. Ve Allah'ın sandığı ile beraber onu tepede olan Abinadabın evinden kaldırdılar; ve Ahyo sandığın önünde yürüyordu". (Kitabı Mukaddes / Samuel II. Bap.6) Hz. Musa'nın Sandığının Yeri ve Yolculuğu Hakkında Öne Çıkan Görüşler Kudüs şehri Hz. Süleyman'ın yaptırmış olduğu mabed ve "Ahit Sandığı" ile anılan bir tarihe sahiptir. M.S. 70 yılında Kudüs'teki tapınağın tahrip edilip yakıldığı ve kutsal eşyaların Roma'ya götürüldüğü en yaygın olan görüştür. Ancak öne çıkan diğer bir görüş ise M.Ö. 587 yılından itibaren kayıp olan sandığın Kudüs'te saklandığı ve Romalı veya başka kavimler tarafından tahrip edilmesin diye muhafaza edilmek üzere -Kudüs güvenli görülmeyip- daha kuzeye yani Şam yakınlarındaki Taberiye'ye Hatay'a Mekke'ye götürüldüğüdür. (En doğrusunu Yüce Rabbimiz bilir.) Hadislerde Tabut-u Sekine Ahd-i Atik Sandukası Kuran'da belirtildiği gibi Allah'ın "inananlar için bir delili" (Bakara Suresi 248) olmasından dolayı uzun yıllardan beri tüm inananlar tarafından bulunmaya çalışılmaktadır. Bu kadar detaylı araştırmalar sonucunda hala bulunamamış olması ise ahir zamanın birçok alametinin gerçekleştiği dönemimizde bulunabilecek olmasının bir işareti olabilir. (En doğrusunu Yüce Allah bilir.) Ahir zaman; kıyamete yakın bir vakitte Kuran ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olacağı ve insanlar arasında yaygın olarak yaşanacağı bir dönemdir. Geçmiş dönemlerde yaşanan ahlaksızlıklar baskılar zulümler adaletsizlikler ve dejenerasyon bu kutlu dönemde ortadan kalkacak her türlü sıkıntının yerini bereket bolluk zenginlik güzellik barış ve huzur alacaktır. Teknolojide çok büyük gelişmeler yaşanacak ve bunlar tüm insanların hayrı ve rahatlığı için kullanılacaktır. Sandık da Allah'ın izniyle bu dönemin bir nişanesi olacak ve tüm insanlık için güzel günlerin müjdecisi olacaktır. Peygamberimiz (sav) de birçok hadisinde sanduka ve onu bulacak olan şahs-ı manevi olan Mehdi hakkında bilgiler vermiş ve bu kutlu olayı Müslümanlara müjdelemiştir. Peygamberimiz (sav) tarafından bildirilen hadislere göre sandık Taberiye gölü yakınlarındadır. Ahir zaman Mehdisi tarafından bulunup -aynı Talut'un hükümranlığının belgesi gibi- O'nun hükümranlığının bir sembolü olacaktır. Bu konudaki bir hadis şöyledir: "Mehdi Tabut-u Sekine'yi (Kutsal Sandığı) Taberiye gölünden çıkaracak." (Ikdı'd Dürer sf.51-a) Ahir zamanla ilgili geçen başka hadislerde de sandığın yeri ile ilgili olarak başka yer isimleri verilir. Bu yer isimlerinin ayrı ayrı olmaları da kutsal emanetlerin yerinin net olarak bilinmediği ve belki de Hz. Mehdi için özel olarak korunduğu anlamında olabilir. (En doğrusunu Yüce Allah bilir.) "Ona Mehdi denilmesinin nedeni gizli olan bir şeyin yolunu göstermesidir. Antakya denilen bir yerden Tabut'u (kutsal emanetler sandığını) ortaya çıkaracaktır." (Suyuti el- Havi li'l Feteva II. 82) "Ona Mehdi denilmesinin nedeni Şam'da bulunan dağlardan birine yönelmesidir. Oradan (gerçek) Tevrat kitaplarını çıkaracak Yahudilere karşı delil getirecektir." (Suyuti el-Havi li'l Feteva II. 81) Bu hadislerle ilgili yorumlara göre Mehdi zamanında Yahudilerden bir kısmının körüklediği Siyonizm ateşi sönecek ve İslam'ın hoşgörüsü ve Kuran ahlakı Yahudiler arasında da yaygınlaşacaktır. Hadislerde geçen ve "Taberiye gölündedir" şeklinde belirtilen yer İslam alimlerince bir benzetmeye işaret kabul edilmektedir. Taberiye Şam'a yakın bir yerdedir ve Şam ahir zaman hadislerindeki anlatımlarda uzak bir yer Mekke ve Medine'ye uzak olan anlamını da taşır. Bu benzetme Taberiye için de söz konusudur. Hatta buradan yola çıkan bazı yorumcu ve araştırmacılar sandığın Kudüs'te Mekke'de Taberiye'de Hatay'da olabileceğine dikkat çeker ve ek olarak İstanbul'a da işaret ederler.

Din ve ceza

Sanırım ben dine, dindarlarımızın en azından bir kısmından daha fazla önem atfediyorum. Çocukların dini öğrenmesinde değil, dini öğrenmemesinde asıl tehlikenin yattığı kanaatindeyim. Asıl “eksik dindarlığın” çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Marksizm’i bilmeyen solcu da, dinini bilmeyen dindar da beni hep korkutur, ikisi de büyük bir “kendini beğenmişliğe”, kendisine benzemeyeni küçümsemeye ve faşizme götürür insanı. İster inançlı olun ister benim gibi bir inançsız, Allah’ın insan zihninde ve ruhunda yerleştiği yerin büyüklüğü, O’nun söylediklerinin hayattaki karşılığı, ahlakı, dürüstlüğü, vicdanı, adaleti insanlara anlatması ve insanlardan her şeyden önce bunları talep etmesi, ışığının hep buraları aydınlatması, gidilecek yol olarak bunları göstermesi, gösterişi günah kabul etmesi dinin önemini gösterir herkese. İnançsız biri bu değerleri reddedebilir mi? Bu konularda inançlı olanla olmayanın farkı, inançlıların bu yolda büyük bir kudretin desteğiyle yürüdüklerine inanmalarının onlara verdiği manevi güçtür. Bu, bir toplum için önemlidir. Dinin birinci basamağı Allah’la kul arasındaki ilişkidir benim için. O basamak sağlam değilse ondan sonrakiler gitgide çürükleşir. Allah’la kul arasındaki ilişkiyi belirleyen asıl soru da şudur bence, “Eğer hiçbir ceza olmasaydı gene de sadece Allah’ın rızasını kazanmak için onun yolunda yürür müydün, sadece seni yaradanı utandırmamak için O’nun sana öğrettiği ahlaka uyar mıydın?” Bu soruya “evet” diyecek hiçbir dindar kendi çıkarı için yalan söyleyemez, buna “evet” diyen hiçbir dindar başkalarının acılarına arkasını dönemez, buna “evet” diyecek hiçbir dindar gösterişe sapamaz, tevazudan uzaklaşamaz, adaletsizlik karşısında sessiz kalamaz. Bu kadarını bilebilmek için din âlimi olmaya gerek yok, bu kadarını ben bile biliyorum. Dine göre Allah’tan öncesi yoktur, kâinatta ne varsa O’ndandır, kâinatta ne varsa O’nun yarattığıdır. Eğer dindarlar çocuklarına dini her yönüyle öğretse, onlara “tasavvuftan” bahsetse, “her insanın” kıymeti, Allah’ın yeryüzüne kendi kudretinden yansıttığı “fanilerin” her birinin kutsal değeri o çocuklar tarafından bilinir, bu bilgiyle dindar olur, bu bilgiyle o “yolda” yürür. İnancın temeli “korku” değil, kendisini yaradana duyulan büyük sevgi, minnet ve bağlılık olur. İnsan sevdiğine kendini beğendirmek ister, din senin için bir “Allah sevgisi” olduğunda korktuğundan değil, sadece O’na kendini beğendirmek, O’nun yakınında durabilmek için O’nun söylediklerine uyarsın. O vakit, “öz” senin için her türlü şekilden daha büyük önem kazanır. Bu “sevgideki” samimiyet sana büyük bir güven verir. O samimiyetin O’nun tarafından görüleceğini bilirsin. En büyük korkun “samimiyetten” uzaklaşmak olur. Bu samimiyetten uzaklaştığında O’nun sevgisini kaybedeceğinden korkarsın ki bence bir dindar için cehennemden daha büyük korku bu “sevgiyi” kaybetme korkusu olur. Dindarlar “Allah korkusu” dediklerinde ben “cehennem korkusunu” anlamam, ben “O’nun sevgisini kaybetme korkusunu” anlarım. Kendisini, kendini yaradana böyle yakın hisseden birinin davranışları nasıl olur peki? Bu sevgisini “herkese” gösterip, herkese kanıtlamaya mı uğraşır yoksa bu “sevginin” O’nun tarafından görüleceğine duyduğu güven ve olgunlukla mı davranır? Ben, “cevapları” bırakın sadece bu “sorularla” yetiştirilecek dindarların bile vicdandan, dürüstlükten, adaletten bir nebze sapamayacaklarına eminim. Bu konuları konuşmayı seviyorum ben, ortada görünür hiçbir neden olmasaydı da bunları konuşmak isterdim, din âlimleri bana bilmediklerimi anlatsın isterdim. Ama bütün bunları konuşmamızı gerektiren “nedenler” de var. Bu nedenlerden en önemlisi bugün ülkemizde “dindarların” iktidara sahip olmaları. Ayrıca “dindarlıklarının” görünmesine de beni şaşırtacak kadar çok önem veriyorlar. “Görünmezi görene” inanan birinin “görünürlüğe” bu kadar önem vermesi de beni hep şaşırtıyor. Bundan da önemlisi bana her an, her yerde “dindarlığını” göstermek isteyen, dindarlığını bir flama gibi yüzüme doğru sallayan insanların “inançlarının” gereğini gerçekten yapıp yapmadıkları. Dindarlığını insanların gözüne bu kadar soktuğunda insanlar da “sen gerçekten dindar mısın” diye sorma hakkına sahip olur. “Yoksa günahların en büyüğünü işleyip dini başka gerçekleri saklamak için mi kullanıyorsun?” Bakın, dün dindarların on yıldır yönettiği bu ülkede genç insanlar, başbakanın önünde pankart açtıkları için “sekiz yıl” hapse mahkûm oldular. Sadece pankart açmışlardı. Bu ceza, vicdana, adalete, dürüstlüğe uygun mu? Bir başkasına değil kendinize söyleyin, bu ceza sizin vicdanınızı hiç mi yaralamıyor? Kürtajı yasaklamak isteyen, “doğmamış çocukların hayatlarını” önemseyen insanlar, “doğmuş” olanların hayatlarını bu kadar rahat mahvedebilir mi? Samimiyete uygun mu bu davranış? Çocuklarımıza dini gerçekten iyi öğretseydik, dindarlık gerçekten “Allah korkusuna” dayansaydı, dindarların yönettiği bir ülkede genç çocuklara bu ceza reva görüldüğünde bu ülkenin dindarları bunu sessizlikle mi karşılardı? Diyelim ki benim bunu sormaya hakkım yok. Ama sizin kendinize bunu sormaya hakkınız var

Thursday, August 9, 2012

“Türkiye’nin Tahrir’i neresi olacak”

Dün Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeni Özkök’ün “Türkiye’nin Tahrir’i neresi olacak” başlıklı yazısını dehşete düşerek okudum... Yazıyı üstün körü okuyanlar veya ilgisini çekmediği için bu köşeye hiç bakmayan her Türk evladı, “411 el kaos’a kalktı” dizisini devamı olan bu “deneme”yi mutlaka görmeli ve “şifrelerle” yazılanların altında “ne denmek” istendiğini sorgulamalı... Sevgili dostlar, yazının “başlık” olarak yazılan ilk satırından son satırına bazı cümleleri almak ve özellikle “iki parça yazılanları” bir bütünlük içinde karışık okuyarak, “yazılan” ile “söylenmek isteneni” birlikte aktarmak istiyorum... Bu detaya geçmeden de bir soruyu eklemem gerekli; bu “çatışma-çarpışma ilanı” tek başına yapılmış bireysel bir çıkış mı yoksa arkasında bir “grup iradesi” var mı? Gelelim cümle cümle “yazılan-gizlenen” analizine... 1. Yazılan: “Türkiye’nin Tahrir’i neresi olacak”! Bu cümlenin altında gizlenen: Türkiye’de de Mısır gibi yıllar süren-sürecek bir diktatoryal yapı var ve insanlarımız buna karşı meydanları doldurmalı! 2. Yazılan: “Beyaz Türkler ekonominin hala en büyük taşıyıcı gücü olmaya devam ediyor. Günü modasına ayak uyduran muhafazakar bir orta sınıf gelişiyor ama hala en büyük tüketici Beyaz Türkler”! Bu cümlenin altında gizlenen: Siz iktidar olduğunuzu sanabilirsiniz ama bu ülkede en büyük rantı almaya hala “bizim gibiler” devam ediyor. Ülkeyi yönetseniz bile “ekonomik-finansal dinamiklere” hakim değilsiniz. Hala para “bizde” ve bizde olmaya da devam edecek. 3. Yazılan: “İlk büyük tepkiler imam hatip okullarında başlayacak. Tepkinin ilk Tahrir Meydanı oraları olacak. Oralardan binlerce Ahmet Hakan mezun olacak”. Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ifadeyi yukarıdaki ile birlikte okumak gerekli; siz ne kadar düzgün bir şekilde insanları eğitirseniz eğitin, “para hala bizde olduğu için” eldeki maddi imkanlarla biz onları rahat bırakmayacağız, paranın ve dünya nimetlerinin gücüyle yeni “Ahmet Hakan”lar devşireceğiz ve size karşı onları ortalığa salacağız. Öyle bir “kaos yaratacağız ki”; inançlı insanları meydanlara dökmeyi deneyeceğiz! 4. Yazılan: “Dindar nesil yetiştiremeyenler, ne yazık ki, azınlık da olsalar, iki tarafta da kindar bir nesil yetiştirmeyi başaracaklar”. Onların yaratığı bu sorunu ne yazık ki gelecek nesiller yüklenecek”. Bu cümlenin altında gizlenen: Sizden öyle bir “intikam alacağız”, size öyle şeyler yapacağız ki; çocuklarınızdan bile hesap soracağız! 5. Yazılan: “Muhafazakarlar kendilerini artık bu ülkenin muktedir çoğunluğu ilan ettiler, ama medyada sanatta, ekonomide hala çoğunluk olamadılar”... Bu cümlenin altında gizlenen: Ekonomi başta olmak üzere her alan hala bizim kontrolümüzde. Medyada “411 el kaos’a kalktı” dinamiği ve zihniyeti hala dimdik ayakta ve gününü bekliyor! 6. Yazılan: “Başkalarının ak’ı varsa, onların da beyaz’ı var”... Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ülkede “AK Parti’ye oy veren” yüzde 50’lerin üstündeki halk bizim için “başkalarıdır” ve biz Beyaz Türkler için öyle kalmaya devam edecektir! 7. Yazılan: “Ey baskıcı, empoze edici, zorlayıcı yeni devlet...Çekil aradan”! Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ülkede “baskıcı, zorba, diktatör” dinamiklerin hakim olduğu yeni bir devlet anlayışı oluşmaktadır. Buna karşı duralım, meydanları dolduralım ve sesimizi yükseltelim! Sevgili dostlar, Türk Halkını “411 el kaos’a kalktı” zihniyeti çizgisinde “gizlenen mesajlar” ile isyan bayrağı açmaya davet eden bu yazıyı yazan arkadaşa ve “onlara” soruyorum; bu halk size 30 yılda 1,5 trilyon dolar faiz ödedi! Şimdi bu yükten kurtuldu ve kendi geleceğini kendi kaderini çiziyor. Bu noktada ne yapsın, yine “Sizlerin” yani “faiz-medya-darbe” üçgeninde kanını emdiğiniz eski günlerine mi dönsün! Utanın biraz be! Utanın da susun! Sonuç: “Ekonominin kontrolü hala bizde” cümlesi bile Türk Halkının nasıl bir ekonomik “prangadan” kurtulmaya başladığının ve bu pranganın sahiplerinin nasıl panik olduklarının göstergesi! Türkiye, “411 el kaos’a kalktı” gibi medya algılaması ile yaratılan prangalar başta olmak üzere “siyasi-ekonomik-zorlamaya dayanan” bütün “sınırlarını” kıracak ve meydanları “özgürlüğünü” kutlamak için dolduracak... Son söz: Bu “çatışma ilanı” bireysel bir atılım mı yoksa arkasında “grup iradesi” var mı tekrar soruyorum... Ve cevap bekliyorum...