Tuesday, November 22, 2011

‘Ölümü beklemekten bıkıp döndüm’

Miraç Zeynep Özkartal/zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr Fotoğraf: Ercan Arslan Leyla Sayar... Türk sinemasının en ilginç karakterlerinden biri. Masum kız rolleriyle başladığı kariyerinde bir anda parlıyor, büyük bir yıldız oluyor. Sonra vamp kadın rollerine geçiyor, ondan da sonra dansözlüğe... Ve küt diye bırakıyor her şeyi, kapanıyor. 35 yıl boyunca ne Yeşilçam ne televizyonlar ne de gazeteler cezbediyor onu. İnancıyla baş başa yaşıyor. Ve geçtiğimiz hafta Ali Eyüboğlu, Milliyet Cadde’deki köşesinde Leyla Sayar’ın geri döndüğünü haber veriyor. Eyüboğlu’na “Karar verdim ve geldim” diyor, “Bir gün böyle bir şey olacağını biliyordum”. Hemen arıyorum Leyla Sayar’ı. Biraz mırın kırın etse de kabul ediyor söyleşi yapmayı. “Yalnız” diyor, “Evime gelemezsiniz. 35 yıldır neredeyse kimse girmedi evime”. Biz de bir kafede buluşmak üzere sözleşiyoruz. Elbette birçok fotoğrafını görmüşüm ama tanır mıyım tanımaz mıyım diye düşünürken, karşımdan Leyla Sayar’dan başkası olamayacak kadar dikkat çeken bir kadın geldiğini görüyorum. Beyaz bir kürk, beyaz dantelden bir başörtüsü, koyu yeşil güneş gözlükleri, pespembe bir ruj... Ve o eda... Aradan geçen bunca yıldan ve bunca güzel yıldızdan sonra neden hâlâ Leyla Sayar adını duyan herkesin “Yeşilçam’ın gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından” dediğini ilk dakikada anlıyorum. Siz göremeyeceksiniz ama gözlüklerini çıkarıp gösterdiği makyajsız gözleri, 40 yıl önceki kadar güzel bakıyor. * 35 yıl sonra sizi geri döndüren ne oldu? Bu yıllar boyunca benim dünyam çok güzeldi, bozmak istemedim. Kefenimi hazırladım ve beş sene boyunca ölümü bekledim. Sonunda bıktım, sıkıldım. Seninle konuşur gibi Allah’la da konuşurum. “Anladım ki” dedim, “Beni ille de sağlam tutuyorsun. Hadi bari gideyim”. Gelişim budur. * Nasıl bir dünyaydı o? Yalnız... Ben yalnızlığı çok severim. * Yeşilçam’da kalabalıklarla nasıl yaşadınız? Sor artistlere, öyle bir hayatım yoktu. Sokağa filan hiç çıkmazdım geceleri. Çıkmamın imkanı da yoktu, dokuz yılda 170 film yaptım. 17 yaşında sinema yıldızı seçildim, 27 yaşında bıraktım. Tek filmimi izlemedim. * Hiçbirini mi? Hiçbirini. Galalarına bile gitmedim. Şöhreti de hiç sevmedim ki, hiç meraklı değildim. “Mânâ beni sarmaya başladı” * Nasıl geldi o sevmediğiniz şöhret? Benim halam Amerikalı bir petrol kralıyla evliydi. Bana hep Amerika’yı empoze etti. “Sen burada huzurlu olmazsın, senin karakterin Amerika’ya çok müsait” derdi. Ama ben nasıl gideyim Amerika’ya? Herkes “Çok güzelsin” deyip duruyordu, onların tesiriyle güzellik müsabakasına girdim. Sonra beni Amerika’dan çok çağırdılar ama ben vatanımda mutlu olacağımı anlamıştım artık. Hiçbir esprisi yoktu. * Siz o yarışmada sinema güzeli seçildiniz ve bambaşka bir yol açıldı. Aklınıza geliyor muydu bu kadar büyük bir yıldız olacağınız? İlk filmim “Duvaklı Göl” beş hafta Taksim sinemasında oynadı. Benim filmlerim bütün yapımcıları zengin etti. Ben figüran olmadan başrol oynayan ilk insanım Türk sinemasında. Bir sabah kalktım, Yeşilçam’ın sihirli değneği dokunmuş bana. Bir baktım, 30 milyonun sevgilisiyim. * Ve şöhreti küt diye bıraktınız. Çünkü mânâ beni sarmaya başladı. Peygamberleri görmeye başladım, görüntüler geldi bana. “Yıldırım Aktuna eski flörtümdü, delirdim zannedip ona gittim” * Kaç yaşındaydınız o görüntüler geldiğinde? Ben sinemadayken başlamıştı. Delirdim sandım. Rahmetli Dr. Yıldırım Aktuna’ya, Recep Doksat’a gittim; delirdim mi ne oluyor bana diye. Bu üç yıl sürdü. Yıldırım Aktuna oynattım zannetmiş, beni bir ay evine aldı. O benim flörtümdü gençliğimde. İnternette vardır, “Leyla Sayar onu da âşık etti” diye. Sanki çok önemliymiş gibi. Aç bak. * Ne dedi size Yıldırım Aktuna? “Leyla, sana bir şey oluyor galiba” dedi. O da ateisttir. “Sen bir din adamına git” dedi bana, “O anlar”. Deli değilsin demek istedi. Çünkü ben ona bana şok yap demiştim. Eğer bana şok yapmış olsaydı aklım gidermiş, bu mertebeye gelemezmişim. “Deli olan insan deliyim demez, aklın çok yerinde” dedi. * Gittiniz mi din adamına? Uzun süre Muzaffer Özak’ı aradım. Rabbim nasip etmedi, onu 1,5 sene bulamadım. Çok acı çektim o sürede. Beni kurtaran Muzaffer hoca oldu. O bana dedi ki “Sana Allah’tan bir davet var. Bırakacaksın bu dünyayı, yoksa ölürsün.” Hemen bıraktım. Kapandım, namazlara başladım. Ve hayatımın en mutlu senelerini yaşadım. Zaten mutluluk akıyor üzerimden. * O güne kadar hayatınızda inanç var mıydı? Biz Çerkez olduğumuz için ben namaz kılmayı 5-6 yaşında öğrendim. Gece ve sabah muhakkak kılardım. Türk sineması da bilirdi ki ben ibadet ederim. * Kapandıktan sonra hayatınıza kimse girdi mi? 30’larıma kadar çok aşklar yaşadım. Ama ondan sonra hiç olmadı. Ama çok lezzetli şey. Aşksız olmaz. * Siz bunca yılı nasıl aşksız yaşadınız? Ben Mevlana’ya âşık oldum. Sonra Yunus... Yıllarca mezarlıklarda yaşadım, gezdim, düşündüm. Tefekkür... İnsanlar en büyük kültürü düşünerek yapar, okuyarak değil. Düşüncenin tadını aldığınızda yerini hiçbir şey tutmuyor. İnsan fikirde beraber olduğu insana aşk duyabilir, bedensellik şart değildir. “Kamera önüne hazırım ama dizide oynamam” * “Kamera önüne geçmeye hazırım” demişsiniz. Halihazırda bir proje var mı? Bana sordular, ben de “Neden olmasın?” dedim. Ama dizilerde filan oynamam, kendi hayatımın filminde oynarım. Projelerim var. 16 kitabım bir yayınevinden Leyla Sayar külliyatı olarak çıkacak. *Bu kitapların içeriklerini anlatır mısınız? Bir uluslararası projem var. Yurtta Sulh Cihanda Sulh Atatürk Dünya Gençlik Birliği. Dünya barışı için çalışacak. Bu projeyi anlatan kitaplarım var. Bir başka projem, “Son Mesaj”; “İnsana ve İslama Çağrı”. 16 madde var; dünyanın ve dinlerin birliği, kavgasız bir gençlik. Başbakan’a gideceğim, iki-üç yılda ortaya çıkacak projeler bunlar. “Kompleksim yok; her şeyi bilerek ve isteyerek yaptım” * Sinemadan sonra neden dansözlüğe geçtiniz? Filmlerden yoruldum, sürmenaj oldum. Kalp çarpıntıları... Ekmek parası lazım. Balerinim, sahneye çıktım. Sayemde bütün sanatçılar ekmek yedi, hiçbiri söylemiyor. Herkes arkamdan çıktı, zengin oldular. *O dönemden kalan fotoğrafları gazetede görünce üzülüyor musunuz? Hiç! Ben dehayım. Anadan doğma resmimi koysalar aldırmam. Herkes “Örtülüsün, çıplak resmini koymaya utanmıyorlar mı?” diyor. Ben çektirmeye utanmadım, onlar basmaya mı utanacak? Hiç kimse beni yenemez. Hiç kompleksim yok. Her şeyi bilerek, isteyerek yaptım. Utanacak hiçbir şey yok hayatımda. Bir insanın aşık olması, sevişmesi utanılacak bir şeyse; herkes benden çok utansın! Eğer âşık olursam genç bir adamı koluma takıp gezmekten de utanmam. “Ben dehayım. Anadan doğma resmimi bile koysalar aldırmam.” “Bakarsın evlenirim ama damat 30 yaşında olacak” * 60’larda yapılmış bir söyleşinizi okudum. Başlığı: “Ben 24 yaşında ihtiyar bir kadınım”... O zaman bedbaht ve ihtiyar biriydim. Bak resimlerime. Çok basit buluyordum hayatı. Hayatta iki şeyi sevmem, evlilik ve çocuk. Bütün insanlar evlenmek ister. Ben ise düşünmek istiyordum. Ben yalnızlığı çok severim, yanımda bir insan olunca çıldırırım. Hayatta hiç kimseyle yaşayamam, annem dahil. Ömrüm yalnız geçti benim. Hep düşünmek, düşünmek ve yazı. * Şimdiki halinize bakıyorum da “70 yaşında ve genç bir kadınım” diyebilirsiniz. 60 yaşındakilere nine diyorlar, 70’lere de iş bitmiş. Bana bak. Ne 60’lık nineyim ne de 70, iş bitmiş. Belki de evlenirim. Bakarsın olur. Ama damat genç olacak, 30 yaşında. Ben 30 gösteriyorum çünkü. Doktorlar öyle söylüyorlar bana. * Ne diyorlar? “Hücren, ellerin, yapın 30 yaşında” diyorlar. * Siz iki evlilik mi yaptınız? Hayır, bir. * Muzaffer Tema ile evlenmediniz mi? Herkes öyle zannediyor ama hayır. Ben küçükken, 9 yaşındayken Ayten Çankaya ile gelip sevmişti beni. “Ay Muzaffer Tema” diye herkes bakmıştı. Sonra genç kızlığımda hayran olmuştum herkes gibi. O Amerika’dan döndükten sonra çok kısa bir ilişkimiz oldu. Ben 16-17 yaşlarındaydım, Muzaffer 25 yaş büyüktü benden. Annem “Babanla mı evleneceksin?” dedi. * O yüzden mi evlenmediniz? Ben evliliği hiç sevmem, bağlılığı sevmem. Taliplerime de açık açık söylerdim. Annem “Allah seni teneşirlere assın” diye dövünürdü. Biz Çerkeziz, böyle laflar çok edilir. Zaten artist olmamı hiç istemediler. Babam Selanikli olmasa beni vururlardı. Ama hayatımın çizgisini hiç değiştirmedim. Ne istersem onu yaptım, hiç utanacağım bir şey yapmadım. Leyla Sayar “Ölüm Perdesi” filminde... “35 yıldır yerde yatıyorum” * Bir gününüz nasıl geçiyor? Talebelerim var, sohbetlerim oluyor. Camilere, kiliselere giderim. İbadet yerlerinden haz alırım. Benim hiç vaktim olmaz; gidiyorum geliyorum, dostlarım var, Allah’ı anlatıyorum onlara... İki saatte sıkıntılarını alıyorum. Ama tabii ki bedava. Ammeye çalışan bir öğretmenim. * Nasıl geçiniyorsunuz? Evim var, maaşım var. Yetiyor. Beş tane katım vardı, hepsini fakirlere verdim. Ben fakirliği ne kadar seviyorum biliyor musun? Ben elektrik eşyası hiç kullanmam. Her ay elektrik faturam 6-7 lira gelir. * Çamaşırları nasıl yıkıyorsunuz? Zaten iki-üç elbisem var, kovada yıkıyorum. Kalorifere koyuyorum kurutuyorum. Nasıl genç kaldık ki böyle? * O eve niye kimse giremiyor? 35 senedir kimse girmez. Ben artistken de çok fazla insan sokmazdım evime. Yakınlarım gelir, yerde oturur. Koltuk da yok evimde. Yerde bir battaniyenin üzerinde yatıyorum 35 yıldır. Semih Sergen geldi birkaç yıl önce. Adam battaniyede yattı, hasta oldu üç gün. Yatak mı alıp koyamazdım? Biri getirse atıveririm dışarı. Ben buyum, özgürüm. * Sinemayla bağınız tamamen koptu mu? Hiç seyretmedim 35 yıldır, sıkılırım. Biliyorum hepsini. Ben felsefi kitaplar okuyorum daha çok. Günde beş-altı saat yazıyorum. Klasik müzik çok severim; Chopin, Bach, Çaykovski... Alaturka filan pek dinlemem. 9 yaşından beri klasik müzik dinliyorum.

Monday, November 14, 2011

Atatürk‘ü çekelemek!

Ata’yı bu yıl da abuk sabuk tartışmalarla anıyoruz... Gazeteci Nagehan Alçı’nın CNN’deki dörtlü sohbet programında sarfettiği “Atatürk diktatördü” sözleri mesela... Hayli gürültü kopardı. Alçı’nın yazdığı Akşam gazetesinde bir süre önce Prof. Mete Tuncay, üstelik Atatürk’ü Tayyip Erdoğan’la kıyaslayarak, aynı yorumu yapmıştı... Hocası böyleyse öğrencisine ne diyeceksiniz? Bir yabancı gazeteci Atatürk’e sormuş: - Sizin için diktatör diyorlar ne dersiniz? - Ben diktatör olsaydım siz bu soruyu soramazdınız, demiş Atatürk... * * * Liderler yaşadıkları dönemlerin tartısında tartılır. Bugünün ölçüleriyle dünü tartamazsınız... Ayrıca bugün ifade özgürlüğünüz sınırlıysa dünü tartışmanızın hiç anlamı yoktur... Ahmet Hakan bu anlamsızlığı güzel ifade etti bir yazısında... Dedi ki: “Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin, etkili bürokratların, polisin, cemaat liderlerinin bile doğru dürüst tartışılamadığı, ülkeye egemen olanlar haklarında iki satır yazıldıktan sonra ‘inşallah başıma bir bela gelmez’ diye bin bir temennide bulunulduğu bir ülkede Atatürk’ü de tartışmayıverelim...” * * * Stalin döneminde bir Sovyet vatandaşı ile bir Amerikalı fikir özgürlüğü konusunu tartışıyorlar. Amerikalı diyor ki: - Bizde fikir özgürlüğü var. Biz Başkan Truman’ı istediğimiz gibi eleştirebiliriz... Sovyet vatandaşı diyor ki: - Bizde de fikir özgürlüğü var. Biz de Truman’ı istediğimiz gibi eleştirebiliriz... Atatürk’ü eleştirenlerin fikir özgürlüğü de bugün bu kadar... Ata’nın felsefesi... Atatürk 17 Mart 1937 günü Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşmesinde diyor ki: “Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu ‘Madem ki hiçiz, sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım’ Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: Herhangi bir şahsın yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisini değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin varlığı, şerefi için çalışmakla bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi, diye bile düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır” (Prof. Hikmet Özdemir - Atatürk’ü Yeniden Düşünmek s.121) ULUS Dilbilimci Agop Dilaçar anlatıyor... “Atatürk sık sık bir Atilla hikâyesi anlatırdı. Hun - Roma görüşmeleri yapılırken Roma temsilcileri Hunlara sormuş: - Roma imparatoru soylu bir ailedendir, imparatorunuz Atilla kimdir, soylu mudur? Atilla Romalılara şu cevabı göndermiş: - Ben soylu olmayabilirim ama büyük ve soylu bir ulusun başbuğuyum... Atatürk bu sözü daima hatırlar ve söylevlerine o yüzden: ‘Büyük Türk milleti’ diye başlardı. Türklerin eski, büyük ve soylu bir topluluk olduklarını biliyor ve bunu herkese bildirmek istiyordu...”

Japonya'da Bizden Fazla İslam Ahlakı Var

TÜRKİYE halkının çoğunluğu Sünnî Müslüman ama bizim ülkemizde İslam ahlakı hakim değil. Elhamdülillah imanımız var, imanımız kadar ahlakımız yok. Bugün dünyada dinleri ve inançları İslam olmayan, fakat ahlakları birçok hususlarda İslam ahlakına benzeyen gayr-i Müslim ülkeler var. Bazılarını sayayım: Japonya, Norveç, İsveç, Finlandiya, Singapur (Halkının yüzde 12'si Müslümandır), Yeni Zelanda... Müslümanlık adalet, insaf, doğruluk dürüstlük, vicdan, insanlık, yardımlaşma, iyi komşuluk; can, mal, din, ırz namus, nesep güvenliği demektir. Müslümanlık, zelzele felaketine uğramış vatandaşlara gönderilen yardımların bir kısmının yağmalanmaması, hepsinin felaketzedelere adaletle dağıtılması demektir. İslam ahlakının hakim olduğu bir yerde meskenleri hırsızlardan korumak için üç kilitli çelik kapılara lüzum yoktur. İslam dini hırsızların elini kesmekten ziyade hırsızlığın kökünü keser. Bir İslam şehrinde çantanızı, cüzdanınızı düşürdünüz veya kaybettiniz... Binde 999 ihtimalle size geri gelir. Hastalandınız, komşulardan size tas tas şifalı hasta çorbaları gelir. Bir İslam ülkesinde on üç yaşındaki kızlar artist veya manken olmak için evden kaçmazlar. Kaçsalar bile ırzlarına geçilmemiş olarak evlerine geri getirilirler. İslam ahlakının hükümferma olduğu şehirlerde mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız olur. İslam ahlakı insanı insana melek kılar. Eski İstanbul'da dibeğe benzeyen içleri oyuk sadaka taşları varmış. Gelip geçenler içine biraz para atarmış. Muhtaçlar ellerini sokar, biraz para alırmış... Hiç kimse paranın hepsini almazmış. Eski İslam şehirlerinde sosyal sigorta falan yokmuş ama Müslümanlık varmış, paylaşma ve yardımlaşma ahlakı varmış. Kimse aç, çıplak, yersiz yurtsuz kalmazmış. Fakirler imarethanelere gider karınlarını doyururmuş. Yolcular kervansaraylarda üç gün kalabilir, bu esnada kendilerine ve binitlerine bakılırmış. Suç her toplumda işlenir, bu suçlara her toplumda ceza verilir ama İslam beldesinde suçlar ve cezalar istisnaî olur, yüzde biri değil, binde biri geçmez. Müslüman bir toplum yalana, harama, zinaya, ribaya, fıska fücura batmışsa onun Müslümanlığı özde değil, yüzeydedir. Peygamber (Salat ve selam olsun ona) ne buyurmuş: "Kendi kızım Fâtima hırsızlık yapmış olsaydı, vallahi onun da elini kestirirdim..." İslam mürüvvet ve fütüvvet (gönül yiğitliği) demektir. Bu ikisinin olmadığı yerde İslam'ın ismi ve resmi vardır. Evet Norveç, Japonya, Yeni Zelanda din ve iman bakımından Müslüman değil ama ahlak bakımından bizden çok daha Müslüman. Allah onlara iman nasip etsin. İslam dünyasının bugünkü hali onların hidayetine set çekiyor. Kötü Müslümanlar, İslam'ın önündeki en büyük engeldir. Namaz Müslümanı kötülüklerden alıkoyar. Türkiye Müslümanlarının büyük kısmı günlük namazları terk etmiş ve kötülükler toplumu sarmış kucaklamış. Namaz kılanların bir kısmının namazı da, onları kötülükten ve azgınlıktan vaz geçirtmiyor. Demek ki, namazı dosdoğru kılmıyorlar. Müslüman bir ülkede hiç yaygın, genel, yoğun rüşvet alınır verilir mi? Norveç'te, Japonya'da, yeni Zelanda'da bizdeki gibi rüşvet var mı? Medya yayınladı: Yalnız yaşayan 81 yaşındaki adamcağız apartmandaki dairesinde ölmüş, beş buçuk ay sonra yeğeni Almanya'dan gelmiş aramış, kapı açılmayınca polise haber vermiş, çilingir çağırıp açtırmışlar. Adamın cesedi ile karşılaşmışlar. Ödenmemiş elektrik faturaları ve bazı evrak kapının önünde yığılı duruyormuş. Bir komşusu bile bu yalnız ihtiyar adama ne oldu diye sormamış, merak etmemiş, ilgilenmemiş... Bir İslam toplumumun hali bir afet olduğunda anlaşılır. Bir Japonya'ya bakınız, bir de bize. 17
ağustos büyük depreminde enkazın içinde kalmış bir kadın cesedinin kolu görünüyor, kolunda bilezikler var, kahrolası yağmacılar balta ile bileğini kesip bilezikleri çalmışlar. Bir yerde İslam ahlakı varsa böyle vahşetler olmaz. İstisna olarak meydana gelirse böyle bir ceza verilir ki, bir daha hiçbir canavar böyle bir şey yapmaya cesaret edemez. Evet, İslam ahlakı... Ah İslam ahlakı... Vah İslam ahlakı... * (İkinci yazı) Ben Neler Gördüm Siz hiç insan büyüklüğünde hamam böcekleri gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç insan büyüklüğünde çok zehirli akrepler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç iki metre uzunluğunda tezek böceklerini gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz insan boyunda kan içen dev sivrisinekler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz konuşan, yazan bilgiç domuzlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz hiç kravatlı, silindir şapkalı, diplomalı kurtlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz papyonlu, fraklı, gümüş saat köstekli tilkiler gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz dans eden tavşanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz doktora yapmış entelektüel sırtlanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Siz arya söyleyen kara kargalar gördünüz mü?.. Ben gördüm. Evet çok şeyler gördüm. Berberlik yapan pireler gördüm. Dellallık yapan develer gördüm. Yaşı babasından büyük çocuklar gördüm. Kavağa tırmanan balıklar gördüm. Aşağıdan yukarı akan sular gördüm. Altın rengi gök gördüm, portakal rengi deniz gördüm. Bin kocadan arta kalmış bâkireler gördüm. Yaşayan ölüler gördüm. Ölmeden önce ölenler gördüm. Bütünden büyük parçalar gördüm. Hayvan gibi insanlar gördüm. İnsan gibi hayvanlar gördüm. Ağlaması gerektiği halde gülenler gördüm. Gülmesi gerekirken ağlayanlar gördüm. Hiç olan hepler gördüm. Hep olan hiçler gördüm. Kırk yıl boyunca namusuyla karı, uyuşturucu satan, hırsızlık yapan namuslu baylar ve bayanlar gördüm. Sadık köpekler, vefalı kediler gördüm. Öleceğini anlayınca bir kenara çekilip sessizce can veren kuşlar gördüm. Vefa gördüm, hıyanet gördüm. Gün gördüm, gece gördüm, alacakaranlık gördüm. Muhlis gördüm, münafık gördüm. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe gördüm. Tokluktan çatlayıp geberen gördüm, açlıktan kıvranan gördüm. Güler yüzler gördüm, abus çehreler gördüm. Saraylarda keyf çatan sefil nankörler gördüm. İzbelerde yaşayan sultanlar gördüm. Göklerde, denizlerde, taşlarda esrarlı yazılar gördüm. Yerden biten yeşillikleri "Vahdehu lâ şerike leh" gûya gördüm. Zikr eden hayvanlar, böcekler, balıklar, bitkiler gördüm. Hû çeken dervişler gördüm. Ayık sarhoşlar, sarhoş ayıklar gördüm. Çok akıllı deliler, çok kaçık akıllılar gördüm. Tesettürlü çıplaklar gördüm. Çok zengin fakirler gördüm. Çok fakir zenginler gördüm. Bahar gördüm, yaz gördüm, sonbahar gördüm, kış gördüm. "Bağ-dehrin hem hazânın, hem baharın görmüşüz Biz neşatın da, gamın da rüzgârın görmüşüz" İster inanın ister inanmayın, gerçekten çok ama çok acayip şeyler gördüm.

Wednesday, November 9, 2011

Ofsayt taktiği sürpriz miydi?

Eylül’de Trabzonspor, İstanbul Belediyespor’u konuk etmiş ve son 10 dakikaya golsüz girilmişti. Güneş gol istiyordu, ofansif bir değişiklik yapmak için 80. dakikada dönüp, kulübesine baktı. Orada şu adamlar oturuyordu: Zeki, Ferhat, Aykut, Celutska ve Sezer! Güneş çareyi oyuna Celutska’yı sokup Serkan’ı sağ açığa göndermekte aradı. Tabii ki bu hamle yaraya derman olamadı.

Aynen dün gece gibi... Dakika 80, rakip 10 kişi, Adrian dökülüyor. Güneş ofansif bir değişiklik yapmak istiyor. Dönüp kulübeye baktığında Onur, Mustafa, Ferhat, Sapara ve Aykut’u görüyor! Çareyi Aykut’u oyuna sokup Colman’ı öne göndermekte arıyor. Tabii ki bu hamle de yaraya derman olmuyor.

Rakip zaten (Oliseh’in yokluğunda) neredeyse hiç kenar hücumu yapamıyorken, üstelik 10 kişi kalmışken ve sahada Doumbia’sızken bu kritik fırsat değerlendirilemiyor...

Evet, Trabzon’un kadrosu (özellikle Şampiyonlar Ligi için) kısıtlı. Zaten Güneş 4 maçta sadece 13 farklı oyuncusuna ilk 11 şansı verdi; çünkü Devler Ligi için yeterli ancak bu kadar adamı var. Lâkin savunması sorunlu CSKA’yı yenmek için Trabzon yapabileceği her şeyi yaptı mı, işte bu noktada tereddütlerim var.

Motivasyonla, hırsla, inanmayla maç kazanıldığına milletçe kalıbımızı basarız; ama çalışmanın önemini maalesef pek kolay kavrayamayız...

Dün gece hemen hemen hiçbir pozisyonu şutla bitiremedik; çünkü tek başına Burak sadece 48 dakikada tam 6 kez ofsayta düştü. Gerçi bu Burak’ın bireysel rekoru değil; çünkü milli takımın santrforu bu sene Karabük karşısında sadece 20 dakikada 6 ofsayta düşmeyi başarabilmişti! Belli ki ofsayt taktiği uygulayan takımlara karşı Trabzon’un hücumu son derece aksıyor.

Karabük’ün ofsayt taktiği uygulaması sürprizdi ve Güneş buna bir önlem alamadı; peki CSKA’nın bu düşüncesi önceden bilinemez miydi?

Moskova ekibi Şampiyonlar Ligi’nde 4 maçının hepsinde ofsayt taktiği uyguladı; Lille’i 6, Inter’i 5, Trabzon’u da ilk maçta tam 10 kez bu tuzağa düşürdü! Ve siz bu takımla ikinci kez oynayıp hâlâ rekor sayıda ofsayta düşüyorsanız; geriden sürpriz adamları çıkarıp CSKA’yı kendi tuzağında boğmuyorsanız bu işte bir eksiklik var demektir.

O eksiklik de büyük bir ihtimalle maç öncesi çalışmayla, rakibi analiz etmeyle ilgili olabilir maalesef...

ŞARAMPOLDEN ZİRVEYE!

ŞARAMPOLDEN ZİRVEYE!
Usta kalem Yılmaz Özdil'in kendine has tarzıyla bu haftanın spor gündemine bakışı...

Hayatı futboldu... Ancak, gol atmayı değil, gol kurtarmayı seviyordu. Kaleci oldu. Adana’nın amatör İncirlik takımında başladı. Müthişti. Bi anda parladı, profesyonel oldu, herhangi bi sıra takımına filan değil, direkt İstanbul’a ışınlandı, Beşiktaş’ın formasını giydi.
***
Güzel ve başarılı günler geçirdi Beşiktaş’ta... Ama, futbolcunun kaderi, gün geldi, ayrıldı, Balıkesirspor’a gitti. Oradan Antalyaspor’a geçti. Altı sene kaldı Antalya’da... İki defa Süper Lig’den düşme hüznünü yaşadı, iki defa şampiyon olup, Süper Lig’e çıkma sevincini.
***
Antalya’nın yeri başkaydı. Çünkü orada evlendi, orada baba oldu.
***
Üstelik... Antalyaspor tarafından evlendirildi. 83-84 sezonuydu. Antalya küme düşmüştü. Kulübün kasası tam takırdı, belki de tarihinin en kötü ekonomik durumunu yaşıyordu. Bırak transfer taksitlerini, maç başı paraları bile ödenemiyordu. Gel gör ki, aşık olmuştu. Evlenmek istiyordu. Başkan Dündar Uluğkay’a gitti, derdini anlattı. “Oğlum para yok, halimiz malum” cevabını aldı. Boynu bükük ayrılırken, kıyamadı başkan, “Asbaşkan’a git, halletsin” dedi.
***
Sevinçten uçarak Asbaşkan’a gitti, kapısını çaldı. Mahmut Tunalı’ydı Asbaşkan... Derdini anlattı. Asbaşkan şöyle bi durdu, düşündü, “Sırası mı be oğlum” dedi. Sonra, o da kıyamadı, “Osmanlı Kuyumcusu’nu biliyorsun, git oraya, benim adımı ver, para ödeme, lazım olduğu kadar altın al, başka bi kuyumcuya git, bozdur, düğününü yap” dedi... Unutulmaz abilikti.
***
Evlendi... Antalyaspor camiası, en dar anında, bir futbolcusunun yuva kurmasını sağlamıştı.
***
Artık eskisinden de fazla bağlıydı formasına... Manevi destek, maddi desteğin çok önüne geçmişti. Neticede, zor günler geride kaldı. 1985’te oğlu doğdu, baba oldu. Dedim ya, güzel günler geri gelmişti. Oğlunun dünyaya geldiği sene, Antalyaspor yeniden Süper Lig’e çıktı.
***
Gel zaman git zaman, yaş ilerledi, Antalya’nın kalesini gençlere bıraktı, ekmeğini futboldan kazanan bi emekçi olarak, Tavşanlı Linyit’e gitti. Oradan Kemerspor’a geçti.
***
En son...
Şarampolspor’a.
***
Her çıkışın bi inişi vardır derler... Öyle olmuştu. Beşiktaş gibi bir devin formasıyla başlayan yolculuk, çeşitli kavşaklardan geçtikten sonra, Antalya’nın amatör Şarampolspor’unda son bulmuştu. Aktif futbolu orada bıraktı.
***
Kulübeye geçti. Antrenörlüğe başladı. Altı sene boyunca, Antalyaspor’un minik takımından, PAF takımına kadar, altyapısının her kademesinde görev yaptı. Oğlu büyümüştü. 13 yaşına gelmişti. Ve, oğlu da, hayatının en önemli kulübü
Antalyaspor’un altyapısında oynuyordu.
***
Oğlu, süper yetenekti.
***
Babasının aksine... Gol yememeyi değil, gol atmayı seviyordu. Santrfordu.
***
Baba-oğul’un yolları, 2000 senesinde ayrıldı. Baba, ailesinin geçimini sağlamak için, yollara düştü, Malatya’ya, Trabzon’a, Karşıyaka’ya, Gençlerbirliği’ne gitti, kaleci antrenörlüğü yaptı.
***
Oğul, Antalya’da kaldı. 2002’de, 17 yaşındayken, profesyonel oldu, annesiyle babasının evlenmesine, kendisinin dünyaya gelmesine vesile olan Antalyaspor’un formasını giydi.
***
Antalyaspor’un yeniden Süper Lig’e çıkmasına büyük katkısı oldu. Kaderin cilvesi olsa gerek, gene babası gibi, İstanbul’a ışınlandı, Beşiktaş’a transfer edildi. Tigana’nın gözdesiydi. Tigana kovulup, Ertuğrul Sağlam gelince, işler sarpa sarmaya başladı, yedek bırakıldı.
***
Bilahare, Manisaspor’a gönderildi. Kırılma noktasıydı. Şampiyonluğa oynayan takımdan, küme düşmemeye oynayan takıma postalanmıştı. Henüz 21 yaşındaydı. Morali sıfırdı. İlk üç maç ayağına top değmedi. Futbolu bırakmaya karar verdi. İşte tam o anda...
***
Babasından telefon geldi. Ömrü boyunca sesini bile yükseltmeyen baba, oğluna ilk kez bağırıyordu: “Kendini toparla, futbola odaklan, aksi takdirde hakkımı sana helal etmem!”
***
Bu fırça, hayata geri döndürdü. Hırslandı, futbola sarıldı. Fenerbahçe’ye transfer oldu.
***
Ancak, bu defa da karşısına Luis Aragones engeli çıkmıştı. Fenerbahçe Yönetimi dört senelik imza attırmıştı ama, İspanyol hoca belli ki, bu çocuğu istemiyordu. Yedek bıraktı.
***
Eskişehirspor’a kiralandı. Morali gene sıfıra indi. Ama, bu sefer teslim olmadı. Elinden geleni yaptı. Ve, bir sene sonra, hayatının en önemli transferi gerçekleşti. Trabzonspor’a gitti.
***
Gencecik yaşında 3’üncü kez ayağa kalkmış, 3’üncü büyük kulübün formasını giymeyi başarmıştı. Üstelik bu sefer, Şenol Güneş vardı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kalecisi olan Şenol Güneş, kaleci’nin oğlu’na sahip çıktı, adeta yeniden yarattı. Mucizeydi.
***
Evet...
O çocuk, Burak Yılmaz.
***
Hem Türk Futbolu’nun, hem Trabzonspor’un, hem Milli Takım’ın ümidi, en büyük yıldızı.
***
Şimdilik 11 gol attı.
Açık ara, Gol Kralı olacak.
***
Futbolu bırakmaya karar verip, şarampol’e yuvarlanacağı sırada... Futbol hayatı Şarampolspor’da sonlanan babasının hamlesiyle, zirveye çıkmayı başaran evlat.
***
Baba’ya gelince...
***
Fikret Yılmaz.
Adana’yı, İstanbul’u, Balıkesir’i, Antalya’yı, Kütahya’yı dolaşıp, Şarampolspor’da kontağı kapattı. Sonra tekrar marşa bastı, antrenör olarak, Malatya’yı, Trabzon’u, İzmir’i, Ankara’yı dolaşıp, Kayseri’ye geldi. Ama, bu sefer antrenör olarak değil. Teknik direktör olarak.
***
Erciyesspor’un teknik direktörü o... Bank Asya’da lider... Süper Lig’in en büyük adaylarından.
***
Anadolu yollarında kilometre yapıp, futbol hayatını Şarampol’de sonlandıran... Şarampol’e yuvarlanmak üzere olan oğlunu, zirveye taşıyan... Ve, kendisi de zirveye çıkan bir baba.
***
Burası ABD olsa...
Hollywood’ta film olur kardeşim.

Wednesday, July 27, 2011

Kürt Baharı mı Öcalanistan mı?

Ortadoğu’da kısmen dış manipülasyonlarla sürüp giden ayaklanmalara ‘Arap Baharı’ deniyor. ‘Bahar’ kısmı henüz tam olarak başlamadıysa da diktatöre karşı ayaklanma Ortadoğu’da demokrasi için pek çoklarını umutlandırdı. İçeride ise bazı çevreler Türkiye’de de benzeri gelişmelerin olabileceğini, olası bir ‘Türk baharı’nda mevcut yöneticilerin sokak gösterileri ile alaşağı edileceğini söylüyorlar, daha doğrusu umuyorlar. Doğrusu ya bu beklenti gerçekçi değil. Çünkü Türk baharı başlayalı 100 yıldan fazla oluyor. Türkler bir asırı aşkın bir süredir demokrasi mücadelesi veriyor. Son 10 yılda ise mücadelenin en hayati kısımları yaşanıyor. Örneğin Ergenekon Davası, Balyoz Davası, Kenan Evren’in, yani 12 Eylül Darbesi’nin yargılanması Türk Baharı’nın en canlı göstergeleri.

Sözün özü 12 Eylül’ü yargılayabilen bir Türkiye demokrasi yolunda en büyük devrimi, en büyük baharı yaşıyor demektir ve bundan sonra da yakalanan baharı sürdürmek için elden gelen yapılmalıdır. Bu bağlamda seçimden sonra en önemli konu Anayasa değil, bu devrimin sürdürülmesi olmalıdır. Anayasa bu yolda bir hedef değil, sadece bir araçtır.

Öcalanistan hayali

Dört gözle ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir ‘bahar’ bekleyenlerden önemli bir kısmı da Kürtçüler, yani BDP’liler. Öcalan’ın talimatı ile Diyarbakır ve diğer bazı illerde Tahrir Meydanı’nı veya Tunus’u taklit etmeye çalışıyorlar. Fakat nafile, olmuyor... Aklı başında Kürt çoğunluk sokaklara çıkmıyor.

Buna rağmen bir an için tam tersini varsaysak, yani Kürtler ayaklansalar ve başlarına Abdullah Öcalan’ı getirseler sizce ne olurdu?

Kürtler özgürlüklerine ve demokrasiye Öcalan’ı izleyerek kavuşurlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Öcalan’ın yazdıklarını ve söylediklerini uzun süre okumuş biri olarak Öcalan’da Kaddafi’nin ve Saddam’ın ruh ikizini görüyorum. Öcalan Türkiye’deki hiçbir ‘yeni siyasi figür’e benzemiyor. Eğer Öcalan’ın elinde imkan olsa kuracağı rejim aynen Esad’ın Suriye’de kurduğu rejim gibi olurdu: Her sokakta onun resmini görürdük örneğin. Her meydana Öcalan heykelleri diktirir, ‘hikmetli’ sözlerini ‘bunu yazan Öcalan’ tadında her bulduğu duvara yazdırırdı. Yazdığı kitaplara kutsallık atfeder, ilkokul çocuklarını “varlığım Kürt varlığına armağan olsun” diye bağırtırdı... Dahası kendi devletini kurmuş bir Öcalan’ın ilk işlerinden biri de BDP’lilerin ve PKK’lıların önemli bir kısmını hapishanelere göndermek, mahkemelerde süründürmek olurdu. Kısacası Öcalan’ın kuracağı devlet Kürtlerin iradesinin siyasete yansıdığı demokratik bir Kürt devletinden ziyade Stalin kafasıyla kurulmuş bir Öcalanistan olurdu.

Nitekim bunun ipuçlarını açık seçik görüyoruz. PKK bölgede ezanın dilini Kürtçe’ye çevirmeye çalışıyor. Din üzerinde bile örgüt tahakkumu kurulmaya çalışılıyor. Örgüt Kürt bile olsa hiçbir farklı görüşe tahammül edemiyor. Küçücük öğrencilerin kaldığı yurtlar bile bu uğurda yakılabiliyor. İmamlar öldürülüyor, örgüte itaat etmeyen esnaf dayaktan geçiriliyor. Kullanılan dile baktığınızda da ağır bir Kürtçü ırkçılık hemen fark ediliyor.

Kürt Baharı mümkün mü?

Kısacası eğer ‘bahar’ demokrasiye giden yol ise, Kürtlerin baharı PKK’dan geçmiyor. Tam tersine, PKK Türkiye’nin kurtulmaya çalıştığı ne kadar anti-demokratik hastalık varsa hepsine gönüllü olarak talip. PKK Kaddafi’nin Libyası, Saddam’ın Irak’ı, Türkiye’nin 1940’ları gibi bir devlet hayal ediyor. Bu anlamda zamanı tersine çevirmenin peşinde. Tabloya böyle baktığınızda Kürtlerin bah
arı da Türklerin baharından geçiyor. Kürtleri Türk baharından ayırmak demek onları demokrasi yolundan alıp bir diktatöre teslim etmek demektir.
Sedat LAÇİNER

Saturday, June 4, 2011

190 Küsur Kur'an Tercümesi ve Tefsiri!..

"Her meseleyi, her ihtilafı, her derdi, her konuyu Kur'ana soralım, Allah'ın Kitabını hakem tutalım" sözü çok doğru bir sözdür.

Lakin işin teferruatında (ayrıntılarında), metodunda çok incelikler vardır.

Kur'anı nasıl anlayacağız?

Onu nasıl yorumlayacağız?

Ondan nasıl hüküm çıkartacağız?

Bu konuda İslam dünyası birlik halinde değildir.

Yetmiş küsur fırka zuhur etmiştir.

Kur'anı anlamanın, yorumlamanın, ondan hüküm çıkartmanın şartları vardır.

Birincisi: Alet ilimlerini öğrenip İslami diploma (icazet) almış olmak.

İkincisi: Kur'anı anlamak için gerekli yüksek ilimleri okumuş ve diploma almış olmak.

Bir adam ki, nasih mensuh nedir, esbab-ı nüzul nedir, tahsis nedir, tevcih nedir, muhkem ve müteşabih nedir bilmiyor, o kişi Kur'anı bütünüyla nasıl anlayabilir ve yorumlayabilir?

Kur'anı anlamak ve onu yorumlamakta birinci anahtar Peygamberi, onun Sünnetini ve sahih hadislerini bilmektir.

Sünneti, hadisleri inkar eden bir kişi Kur'anı hakkıyla ve bütünüyle anlayamaz.

Tarihteki ve bugünkü İslam dünyasına bakınız: Ümmet yığınlarla fırkaya, hizbe ayrılmış, her kafadan bir ses çıkıyor.

Hepsi Kur'an diyor ama birinin ak dediğine öteki kara diyor.

Hangisi haklıdır?

Mirza Gulam Ahmed Kadiyani'ye nebi diyen fırka da gece gündüz Kur'an okuyor.

Hazret-i Ali'yi tekfir ve şehid eden Hariciler de Kur'an okuyor.

Ashab-ı Kiram'ın çoğunu nifak ve küfürle suçlayan yoldan çıkmışlar da Kur'an okuyor.

Ne kadar bid'at fırkası varsa hepsi Kur'an diyor, Kur'an okuyor.

Peygamberlik Hz. Ali'ye gönderilecekti, Hz. Ali ile Hz. Muhammed birbirlerine iki karganın birbirine benzemesi gibi benziyordu, bu yüzden Cebrail aleyhisselam şaşırdı da, vahyi Hz. Muhammed'e getirdi diyen sapık Gurabiye taifesi de Kur'an diyor.

Peygamberimiz bundan 1400 yıl önce haber vermiş: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların biri müstesna diğerleri ateştedir... Ashab sormuş: Kurtulacak olan fırka hangisidir? Benim ve Ashabımın peşinden gidenler, izinde olanlar" buyurmuştur.

Demek ki: Doğru yolda olmak, İslam'ı ve Kur'anı doğru anlamak için Peygamber (Salat ve selam olsun ona) ve Ashab (Allah onlardan razı olsun) peşinde ve yolunda olmak gerekiyor.

Bu yol cumhur-i ulema yoludur.

Bu yol Sevad-ı Azam yoludur. Sevad-ı Azam büyük karaltı (büyük kalabalık) demektir. Peygamber Efendimiz "Ümmetim içinde ihtilaf (anlaşmazlık) çıkarsa siz büyük karaltıya tabi olunuz" buyurmuşlardır.

Diyelim ki, İbn Teymiye ve yandaşları bir konuda ihtilaf çıkardılar. Biz onlara mı tabi olmalıyız? Hayır, Sevad-ı Azam'a, yani ulema, fukaha, eimme çoğunluğuna tabi olmalıyız.

Muhammed ibn Abilvehhab bazı konularda çoğunluğa muhalefet etmiş, onlara ters sözler söylemiş, hükümler vermiştir. Ona mı uyacağız, yoksa çoğunluğa mı?

Muhammed ibn Abdivvehab'ın kardeşi Süleyman ibn Abdilvehhab onun aşırı fikir, görüş, yorum ve ictihadlarını çürüten bir kitap yazmıştır. Ben bir Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanı olarak Muhammed ibn Abdilvehhab'ı değil, Süleyman ibn Abdilvehhab'ı dinler ve tutarım. Çünkü cumhur-i ulema yolunda ve Sevadı Azam dairesi içinde olan Süleyman'dır.

Kur'an apaçık (mübin) bir kitaptır ama ondan her Müslüman kendi kafasına ve re'yine göre hüküm ve mana çıkartamaz.

Kur'anı ancak ilimde rasih olanlar anlayabilir, yorumlayabilir.

Din ilimleri okumamış bir terzinin, tabibin, mühendisin, bakkalın, çiftçinin, balıkçının Kur'andan kendi kafasına göre hüküm çıkartması Kur'ana hıyanet olur.

Böyle bir hıyaneti ancak cahiller yapabilir. İlim sahibi olan yapmaz.

Hulefa-i Raşidin devrinden sonra İslam
'ı Kur'an ve Sünnete göre en iyi yorumlayan ve uygulayan Osmanlı Hilafeti zamanında herkesin kendi re'yiyle, kendi hevasıyla cahilane bir cür'etle Kur'an yorumu yapmasına izin verilmezdi.

Bugün Türkiye kitap piyasasında 190 küsur Kur'an tercümesi, Kur'an meali, Kur'an tefsiri bulunmaktadır.

Allah aşkına elimizi vicdanımıza koyarak doğru cevap verelim: Bunların kaç tanesi sırf Allah rızası için ehliyetli alimler tarafından yazılmış ve yayınlanmıştır?

İnsaflı ve adil bir ulema ve müfessir heyetine bunları tedkik ettirin, yirmi tanesine bile doğrudur raporu vermezler.

Kocaman bir tefsiri açıyorsunuz, İslam'ı inkar eden, Resulullahın risaletini ve davetini duyup da ona iman etmeyen kafirler de Cennetliktir diye yazıyor.

Öyle aşırı giden bir fırka vardır ki, onlar müşrikler için indirilmiş ayetleri Müslümanlar için yorumlayıp ehl-i Tevhidi ve ehl-i kıbleyi tekfir ediyor.

Reformcunun meal ve tefsiri alın, Kur'anı reformculuk için yanlış yorumluyor.

Dinde değişim isteyen Allah'ın kitabını kendi tezine uygun şekilde yorumluyor.

Dinde yenilik... Ilımlı İslam... BOP'çuların istediği İslam... Fazlurrahman'ın tarihsellik mezhebine göre İslam... M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra çıkartılmış Kemalizm ideolojisine göre ayarlanan ve uyarlanan İslam... Bunların taraftarları hep kendi fırka ve mezheplerine göre tercüme, meal ve tefsir yapıyor.

Bir İslam düzeninin ilk yapacağı iş din konusundaki kaos ve anarşiyi kaldırmak, Asr-ı Saadet ve Selef-i Salihin anlayışına ve yorumuna dönmektir.

Müslümanlar, Allah'ın kitabını, İslam dinini anlamak ve yorumlamak konusunda hizaya gelmelidir.

Mezhepler, fıkıh bid'attir, herkes kendi kafasına ve re'yine göre Kur'anı yorumlasın gibi sözler tehlikeli hezeyanlardır.

Asr-ı Saadet'te mezhep yokmuş... Elbette yoktu. Çünkü İslam henüz tamamlanmamıştı.

Asr-ı Saadet'te Mushaf da yoktu. İlk Mushaf Hz. Ebubekir zamanında toplanıp yazılmıştır. Fıkıh mezhebine bid'at diyenler Mushaf'a da mı diyecekler?

Kur'an "Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?" buyuruyor.

Aklı başında olan Müslümanlar din ve Kur'an konusunda bilenlere yani gerçek ulemaya ve fukahaya tabi olmalıdır.

"Bana alim ve fakih gerekmez, ben kendi kafama ve re'yime göre Allah'ın Kitabını yorumlarım, mezhep falan kabul etmem..." diyenler, farkına varmadan Şeytanı şeyh ve mürşid edinmiş olur.

Cumhur-i ulema yolundan, Sevad-ı Azam dairesinden ayrılmayalım.

* (İkinci yazı)

Cami'de Ortodoks Ayini
Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos İzmir Alaçatı'da 88 yıl boyunca cami olarak kullanılan eski kiliseye gitmiş; devletin, hükümetin, mahalli otoritelerin, Diyanet'in izniyle orada yeni restore edilen kilise kalıntısı üzerinde bir Nasrani ayini yapmış.

Yunanistan'da Türkler zamanından kalan nice cami şu anda kilise olarak kullanılmaktadır. Bunların içinde Mimar Sinan yapısı binalar da vardır.

Ben bir Müslüman olarak ülkemizdeki Yahudi ve Hıristiyanlara din, inanç, ibadet, kimlik hürriyeti verilmesine karşı çıkmam. İslam evrensel bir dindir, İslam Barışı şemsiyesi altında başka din mensupları da huzur, adalet ve güven altında yaşayabilir.

Ancak 1924 mübadelesinden (nüfus değiş tokuşundan) sonra İzmir'de ve Batı Anadolu'da Rum nüfus kalmamıştır. Yunanistan'daki camilerin kiliseye çevrilmesi gibi, bizdeki bazı kiliseler de cami yapılmıştır.

Her şeyin bir sınırı olduğu gibi toleransın da bir sınırı vardır.

Durup dururken, Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye, İslam dininin kabul etmediği toleranslar sergilemek yanlıştır.

Yunanistan'da yüz binlerce Müslüman yaşıyor ama Atina'da hâlâ bir cami yok. Yunan başkentinin merkezindeki iki Osmanlı camii de İslam ibadetine kapalıdır.

İstanbul'da onlarca Rum kilisesi mevcuttur.

Ankara iktidarı, İzmir Alaçatı'daki camide Ortodoks ayini yapılmasına izin vermeden önce Atina'da Müslümanların Cuma ve vakit namazlarını kılabilecekleri bir cami açılması için komşu hükümete baskı yapsa daha iyi eder.

Mehmet Şevket Eygi
araştırmacı yazar

Saturday, March 19, 2011

28 Şubat'ın gerçek yüzü, ESAM konferansında bir kez daha gözler önüne serildi

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan, 28 Şubat post modern darbesinin sorumlularından hâlâ hesap sorulmadığını belirterek, "Bugün darbe planları yapanlara Ergenekon, Balyoz ve Kafes davaları ile hesap soruluyor. Ama 28 Şubat'ta resmen teşebbüste bulundular. Bunlardan niye hesap sorulmuyor? Sorumluları var. Örneğin Çevik Bir... Ama Sayın Başbakan Çevik Bir'i Türkiye ile İsrail arasında ilişkileri geliştirsin diye danışman olarak değerlendirmiş" tepkisinde bulundu.


28 Şubat'ın gerçek yüzü Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) tarafından düzenlenen konferansta belgeleriyle bir kez daha ortaya kondu. ESAM Çarşamba Konferanslarının bu haftaki oturumunda '28 Şubat'ın Gerçek Yüzü' masaya yatırıldı. Konferansta dönemin Enerji Bakanı Recai Kutan ve Adalet Bakanı Şevket Kazan yaptıkları sunumlarla 28 Şubat sürecinin nedenlerini ve aktörlerini belgeleri ile ortaya koydu.

ESAM Genel Başkanı Recai Kutan ve Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan, ESAM'ın '28 Şubat'ın Gerçek Yüzü' konulu konferansında çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. ESAM Genel Başkanı ve Refahyol Hükümetinin Enerji Bakanı Recai Kutan, Türkiye'de 1950 sonrasında yapılan darbelerle İttihat ve Terakki döneminde yapılan darbelerle arasında hayret edici benzerlikler bulunduğunun altını çizerek, "Sultan Abdülhamit'i tahtan indirmek için İttihatçıların attıkları iftiralarla 28 Şubat sürecinde Erbakan'a atılan iftiralar arasında hayret edici benzerlik var" diye konuştu. Sultan Abdülhamit'i tahtan indirmek isteyen İttihat ve Terakkicilerin yaptıkları darbelerin ana gerekçesinin 'irticai faaliyetler' olduğuna dikkat çeken Kutan, "27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri de ne acıdır ki aynı gerekçe ile yapılmıştır" dedi.

Bu benzerliğin nedenleri hakkında da çarpıcı değerlendirmelerde bulunan Kutan, darbeci İttihatçıların büyük bir bölümünün Cumhuriyet döneminde CHP'de yer aldıklarını belirtti. Askeri müdahalelerin Türkiye'ye büyük tahribatlar verildiğini bildiren Kutan, bu darbelerle ordunun doğrudan siyasetin içine sokulduğunu anlattı.

28 Şubat post modern darbesinin ana gerekçesinin Havuz Sistemi ve D-8 olduğunu kaydeden Kutan, "Milli Görüş'ün önünü kesmek için bu darbeyi yapmışlardır. Dönemin darbecileri de bunu '28 Şubat'ı yaptık. Yapmasaydık 18 Nisan seçimlerinin neticesi böyle olur muydu?' diyerek itiraf etmişlerdir" değerlendirmesinde bulundu.

28 Şubat sürecinde darbecilerle birlikte hareket eden bazı çevrelerin sonradan asıl gerçekleri fark edince Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan'dan özür dilediklerini kaydeden Kutan, şöyle konuştu: "Ama darbecilere en güzel cevabı milletimiz Hocamızın cenazesinde verdi. Milyonlar Hocamızı uğurlamaya geldi. Günlerce en koyu solcular bile özür mahiyetinde yazılar yazdı. Şimdi milletimiz darbecilere soruyor; Ne oldu? Ama onlar milletimiz karşısına çıkacak yüzleri olmadığı için cevabını ben vereyim. 28 Şubat ile Türkiye kaybetti. Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine zemin hazırladı. Bir günde yüzde 80 fakirleşen halkımız oldu. Refahyol Hükümeti ile gelen bolluk bereket bunlar yoluyla yok oldu."

ABD'nin öncülüğünde ve müsaadesiyle
Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 28 Şubat'ın üzerinden 14 yıl geçtiğini anımsatarak, geçen süre içinde bütün gerçeklerin daha iyi anlaşıldığını vurguladı. 28 Şubat post modern darbenin ABD'nin öncülüğünde ve müsaadesi ile yapıldığının altını çizen Kazan, Refahyol Hükümeti'nin güvenoyu aldığı 8 Temmuz'dan 10 gün sonra Washington'da yapılan bir panele dikkat çekti. Panelin konusunun 'Erbakan Başbakanlığında Türkiye Nereye Gider' olduğunu anımsatan Kazan, bu panelin konuşmacılarına da vurgu yaptı. ABD'nin düşünce kuruluşu olan American İnsitute'un Orta Doğu Uzmanı Alan Makovsky'nin panelde yaptığı konuşmada 'Erbakan hükümeti ABD ve İsrail'in çıkarını hiçbir zaman gözetmeyecektir' dediğini dile getiren Kazan, İsrail'in ABD için önemini anlatmak için de ABD'nin jeo-stratejisine dikkat çekti. ABD'nin jeo-stratejisinin 'vaat edilmiş topraklar' olduğunu ifade eden Kazan, ABD'nin Türkiye'nin Lozan Anlaşması ile belirlenen sınırlarını da kabul etmediğinin altını çizdi. Refahyol Hükümetinde
uygulanan ekonomik politikaların kısa sürede halkın yüzünü güldürdüğünü dile getiren Kazan, dönemin Başbakanı Erbakan'ın D-8 çalışmasını başlatması ile birlikte ABD'nin hükümeti yakın takibe almaya başladığını söyledi. Erbakan'ın Başbakan olarak ilk yurt dışı gezisini İran'a yaptığını ifade eden Kazan, bu tarihten sonra ABD'nin hükümet aleyhine yaptığı açıklamalara dikkat çekti. 30 Ekim 1996 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan Türkiye Büyükelçiliğine 'Acil Kaydı' ile gönderilen gizli yazıya vurgu yapan Kazan, "Bu gizli yazı 28 Şubat'ın ABD'nin öncülüğünde ve müsaadesi ile yapıldığını bütün gerçekliği ile ortaya koyuyor" dedi. Bu gizli yazının içeriği hakkında çarpıcı bilgiler veren Kazan, şöyle konuştu: "Bu gizli yazıda ABD'nin Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin milli eğilimlerinden, Erbakan'ın ideolojisinden, Türkiye'nin Müslüman ülkelere yönelişinden derin endişe duyulduğu ve ABD'nin milli menfaatlerine aykırı olduğu ifade edilmekte. Ve askerin bu sürece müdahil olması istenmekte."

Thursday, March 10, 2011

Ahirete inanan bunları yapmaz

Allah'a, Resulullaha, Kur'ana, ahirete, İslam'a gerçekten ve yürekten iman eden bir Müslüman devamlı olarak şu kötülükleri yapmaz:

YALAN SÖYLEMEK: Yalan söylemek Kitapla ve Sünnetle kesin olarak kötü görülmüş bir ahlâksızlıktır. Müslümanın istisnai olarak ayağı kayabilir ve ömründe birkaç kere yalan söylemiş olabilir. Buna tövbe etmesi gerekir, bu yalan yüzünden birilerine zarar vermişse af dilemeli, helallik istemelidir. Tövbe edip Allah'tan bağışlanmasını tazarru etmelidir. Hiç şüphe yoktur ki, yalan büyük bir günahtır.

HARAM YEMEK: Rüşvet almak ve vermek haramdır... Riba ve faiz gelirleri haramdır... Şeriata aykırı ticaret ve alışveriş haramdır... Şeriata aykırı rantlar haramdır... Şeriata aykırı komisyonlar haramdır... Din ve mukaddesat bezirgânlığıyla elde edilen bütün gelirler haramdır... Ahirete, Hesap Gününe, Cennete ve Cehenneme iman eden bir Müslüman, kesinlikle haram yemez. Hem iman ettim diyor, hem de mütemadiyen (devamlı olarak) haram yiyor. Haram kazançlarla zenginleşiyor, böyle bir kimsenin imanından şüphe edilir.

EMANETLERE HIYANET ETMEK: Bütün makamlar, mevkiler, memuriyetler, riyasetler, vazifeler, müdürlükler, şeflikler hep birer emanettir. Bu emanetleri ehil olanlara vermek gerekir. Resmî bir kuruma veya özel bir müesseseye bir eleman mı alınacak, aranacak birinci şart ehliyettir. Ehil olanı aramayıp da bu emaneti oğluna, damadına, akrabasına, arkadaşına, kendi cemaatinden veya partisinden olana, yandaşına vermek (bu sayılan kişiler ehliyetli ve liyakatli değilse) çok büyük bir günahtır. Bu anlattığım kötülük, bu zamanın Müslümanları arasında son derece yaygındır. Bu yüzden de, iki yakaları bir araya gelmemektedir. Emanete hıyanet edenlerin akıbetleri çok kötü olur...

LÜKS ve İSRAF: İsraf, Kitap ve Sünnetle haram kılınmış büyük bir günah, büyük bir kötülüktür. Beşer bazen şaşırır ve israf günahına batabilir. Şuurlu bir Müslüman devamlı olarak israf etmez. Zamanımızda "her şeyin en iyisi Müslümana layıktır" fetvasıyla birtakım kardeşlerimiz alabildiğine israf ediyor, alabildiğine lüks sergiliyor. Böyle bir şey Müslümana kesinlikle yakışmaz. İsraf ve lüks başka kötülükleri de davet eder: Gurur, kibir, başkalarını hor görme, benliğini putlaştırma... Bazı gafiller "Efendim biz zekâtımızı veriyoruz, ondan sonra istediğimizi yapabiliriz" diyorlar ve yanılıyorlar. Zekâtını vermesi, kulun israf etmesine yol açmamalıdır. Zekât da verse, zekât ötesinde bol bol hayır hasenat da yapsa, yine de israf etmemelidir. Zamanımızda bir kısım Müslüman zenginler gırtlaklarına kadar israf bataklıklarına batmışlardır. Bir örnek vereyim: Parası var, zekâtını da vermiş, lüks lokantaya gidiyor ve akıl almaz bir oburluk sergiliyor: Çorba, ana yemek öncesi mezemsi soğuk yemekler, birkaç içli köfte, paçanga böreği, yalancı dolma; ana yemek, ondan sonra tereyağlı bademli pilav, kaymaklı künefe, birkaç çeşit meyve... Allah aşkına soruyorum, vicdan sahibi, aklı başında bir Müslüman böyle fil gibi yemek yer mi? Bu memlekette milyonlarca insan maddî sıkıntı içinde yaşıyor. Allah'tan korkmak, kuldan utanmak gerekir. Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz ne buyuruyorlar: "Müslüman bir mideyle yemek yer, kâfir yedi mideyle..." Be adam! Sen dilinle Müslümanım diyorsun, midenle kâfir gibi yemek yiyorsun. Bu yaptığın Müslümana yakışır mı?..

Kaç defa yazdım tekrarlıyorum: Dünyanın yüz büyük zengini listesinde yer alan, serveti 10 milyar doların üzerinde olan meşhur İKEA firmasının sahibi İsveçliye, bir gazeteci şöyle bir soru yöneltiyor, "Efendim, otomobiliniz biraz eski değil mi?", İsveçli gülümsüyor ve "Hayır, eski sayılmaz, on beş senelik bir Volvo'dur" diyor... Birtakım Müslüman zenginlerin bu İsveçliden utanması lazım. Bırakın milyar doları, bizde birkaç milyon dolarlık nice küçük zengin, Nemrud ve Firavun gibi lüks bir hayat sürüyor.

* (İkinci yazı)

Çok Kimseye Yaranamam

BENDENİZ hiç kimseye demeyeyim ama çok kimselere yaranamam. Olumlu, faydalı, uyarıcı tenkitler yaptığım için niceleri benden nefret eder.

Mahlukatı razı etmek gibi bir derdim olmadığı için düşmanlıklardan, nefretlerden, sövgülerden (övgü vezninde) fazla rahatsız olmam.

Bazen büyük iftiralar ediliyor. 1969'da 350 bin dolar aldığım gibi... Bu iftiraları atanlara lanet ediyorum. İnanıverenlere de hakkımı helal etmiyorum.

Bu fakiri İslami kesimdeki bazı kişiler ve gruplar pek sevmez. Belli başlı özelliklerimden biri şudur: Türkiye'de, mensubu olduğu kesime karşı özeleştiri yapan belki de tek kişiyimdir.

Dine hizmet perdesi ardında din sömürüsü, mukaddesat bezirganlığı yapıyor... Onu tenkit ederim.

197
0'lerde ucuz bir cihad edebiyatı yapıyordu. Sonra eline imkan ve fırsat geçti ve şimdi haram yiyici dev bir müteahhit oldu. Böylesini de tenkit ederim. (Bütün müteahhitler haram yiyor demiyorum... Helalinden çalışıp kazananları tenzih ederim.)

Vaktiyle bu düzen bozuktur, tuh kakadır diyordu, sonra eline fırsat geçti ve bozuk dediği düzenin haram ve necis nimetlerini domuzlar gibi yemeye başladı. Böylesini de, bir Müslüman olarak gözüm görmesin.

Türkiyeli bir Müslüman olarak aşağıda sayacağım şahısları ve zümreleri tenkit etmeyi, uyarmayı üstüme vazife ve borç bulurum:

Faiz ve riba yiyenler... Din yoluyla zengin olanlar... Halkı aldatanlar... Bozuk düzen/sistemle işbirliği yapanlar... Hubb-i riyaset (başkanlık) emeline ve ihtirasına sahip olanlar... İslami hizmetler ve faaliyetler için toplanmış paraları zimmetlerine geçirenler... Böyle paraların repolarını zimmetlerine geçirenler... Şu veya bu şekilde haram kazanıp haram yiyenler... Müslümanlarda Ümmet şuurunu köreltip onun yerine hizip, fırka, cemaat taassubunu ikame edenler... Müslümanların zekatlarını Kur'ana, Sünnete, fıkha, Şeriata aykırı olarak toplayıp ve yine aykırı olarak harcayanlar... Allah'a ve Peygambere saldırılınca ses çıkartmayıp, kendi din baronlarına saldırılınca kızılca kıyamet kopartan dengesizler...

Bazı ihlaslı din ve iman kardeşlerim haklı veya haksız sebeplerle bana düşmanlık ederler, dil uzatılırsa onlara hakkım helal olsun. Hasbeten lillah, muhlisen lillah dine, imana, Kur'ana, Sünnete, Şeriata hizmet edenlerin ellerinden ve eteklerinden öperim.

Ücretini, ödülünü, mükafatını sadece ve sadece alemlerin Rabbinden isteyerek hizmet ediyor. Böylesinin kulu ve kölesi olurum.

Kendisinde Ümmet şuuru var, cemaat ve hizip asabiyeti yok. Ne mutlu ona!

Öncelikle fakir ve miskin Müslümanların hakkı olan zekatlara göz dikmiyor. Tebrik ederim öyle Müslümanı.

İyi Müslümanlar kötülükleri iyilikle uzaklaştıran olgun kimselerdir. Biz yanılsak, hata etsek, terbiyesizlik etsek onlar kesinlikle düşmanlık etmezler, sadece iyilik ederler, bağışlarlar.

Din sömürücülerinin imanlarından bile şüphe edilir. Onların dini imanı paradır, zenginliktir, benliktir.

Bendeniz hiçbir fazileti olmayan sade bir Müslümanım. Elim kalem tuttuğu müddetçe samimi, ihlaslı ve gerçek din hizmetkarlarını desteklemeye; münafık, sahtekar ve riyakar din sömürücülerini tenkide devam edeceğim.

Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinde borcu azaltan tek başbakan olarak tarihe geçti

54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Türkiye tarihinde kurulan tüm hükümetlere adeta yönetim dersi verdi. Kurduğu "havuz sistemi" ile hükümetin bütün kurumlarını tek kamu hesabında toplayarak ve çalışanlara verdiği yüksek zamma rağmen Erbakan, iktidarda bulunduğu bir yılık sürede borcu azaltan tek başbakan olarak tarihe geçti.


Milli Görüş'ün kurucusu, Saadet Partisi Lideri ve 54. hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, vefatının ardından milletine yaptığı hizmetlerle yeniden hatırlandı. 1970'li yıllarda dört dönem Başbakan Yardımcılığında bulunan Necmettin Erbakan, Türk siyasi hayatında görevde bulunduğu 1996 Haziran-1997 Haziran döneminde borcu azaltan tek başbakan olarak da tarihe geçerek gelmiş geçmiş bütün hükümetlere adeta ders verdi.

1970'li yıllarda Başbakan Yardımcılığı yaptığı dönemlerde başlattığı "Ağır Sanayi Hamlesi" ile ülke ekonomisinin temellerini atarak kalkınmanın ilk adımlarını başlatan Erbakan, 1996 yılında Refah Partisi'nin başında seçimlerden birinci olarak çıktığı ve Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller'in Başbakan Yardımcısı olduğu Refahyol Hükümetinde yaptığı "Havuz Sistemi" sayesinde borcu azaltan tek lider olarak tarihe geçti.

Özal, aldığı borçları yükseltti
12 Eylül askeri darbesinin ardından yeniden geçilen demokratik sistemde 1983 seçimleriyle hükümetin başına geçen Turgut Özal, 25 milyar dolarlık bir borç stoku devralıyordu. ikinci kez 1987 seçimleriyle iktidara seçilen Özal kurduğu 46. hükümetin ardından Cumhurbaşkanı olarak Köşk'e çıkarken 47. hükümetin başbakanı Yıldırım Akbulut'a 38,4 milyar dolarlık bir borç devrediyordu. Bir buçuk yıllık iktidarı süresince Akbulut, borcu 2,3 milyar dolar arttırarak 1991'de kurulan Süleyman Demirel hükümetine 42,7 milyar dolar olarak teslim etti. 49. Demirel hükümeti ise bu borcu 10,8 milyar dolar artırarak 53,6 milyar dolara çıkardı. 1993-1996 yıllarında 50, 51, ve 52. hükümetleri kuran Tansu Çiller döneminde ise toplam 7,1 milyar dolar artan borç stoku 60,7 milyar dolara kadar çıktı. Ardından gelen Mesut Yılmaz'ın 53. hükümeti ise ancak üç ay iktidarda kalabiliyordu.

Erbakan döneminde borç azaldı
Haziran 1996'da Milli Görüş Lideri ve Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan 54. hükümeti kurarak "havuz sistemine" geçiyor ve türlü baskılara rağmen bir yıl kalabildiği başbakanlık görevinde merkezi yönetim borcunu 325 milyon dolar azaltarak 60,4 indirdi.

Tüm kamu kuruluşlarının kaynaklarının oluşturulan kamu tek hesabında toplanması, kamu çalışanlarına verilen yüksek oranlı maaş zammı ile milleti sevindiren Erbakan dönemi borç stokunun aşağı çekildiği tek dönem oldu.

Yılmaz ve Ecevit tekrar borcu artırdı
Haziran 1997-Ocak 1999 arasında iş başında olan 55. Mesut Yılmaz hükümeti ise merkezi yönetim borç stokunu bir buçuk yılda 9,7 milyar dolar artırarak 70 milyar dolara çıkardı. Böylece Yılmaz'ın üç kez yaptığı başbakanlık dönemlerindeki toplam borç artışı 11,7 milyar doları buldu.

Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizinin de yaşandığı 56. ve 57. Bülent Ecevit hükümetleri döneminde borç stoku yaklaşık 82 milyar dolar 150.4 milyar dolara ulaştı.

AKP hükümetleri borç rekoru kırdı
2002 sonunda itibaren Türkiye'yi yöneten 58., 59., ve 60 AKP tek parti hükümetleri ise kendinden önceki tüm Cumhuriyet hükümetlerinin yaptığı borcu ikiye katladı. AKP döneminde iç borç stoku yüzde 135.8 oranında (128.5 milyar dolar) büyüyerek 223.1 milyar dolara, dış bor stoğu da yüzde 41.2 oranında (23 milyar dolar) büyüyerek 78.8 milyar dolara yükseldi.

Hükümetlere göre merkezi yönetim borç stoku

Başbakan Süresi Devrettiği borç (Milyon dolar)

45. Turgut Özal Aralık 83-Aralık 87 38.014

46. Turgut Özal Aralık 87-Kasım 89 38.390

47. Yıldırım Akbulut Kasım 89-Haziran 91 40.640

48. Mesut Yılmaz Haziran 91-Kasım 91 42.724

49. Süleyman Demirel Kasım 91-Haziran 93 53.567

50. Tansu Çiller Haziran 93-Ekim 95 58.417

51 Tansu Çiller Ekim 95-Ekim 95 58.417

52. Tansu Çiller Ekim 95-Mart 96 60.686

53. Mesut Yılmaz Mart 96-Haziran 96 60.696

54. Necmettin Erbakan Haziran 96-Haziran 97 60.371

55. Mesut Yılmaz Haziran 97-Ocak 99 70.025

56. Bülent Ecevit Ocak99-Mayıs 99 71.821

57. Bülent Ecevit Mayıs 99-Kasım 02 149.905

58. Abdullah Gül Kasım 02-Mart 03 152.312

59. R.Tayyip Erdoğan Mart 03-Temmuz 07 264.672

60. R.Tayyip Erdoğan Temmuz 07-... 301.959**

(*) Sadece hükümetlerin tasarrufundaki merezi yönetim iç ve dış borçlarını kapsıyor.
(**) Ocak 2011 itibariyle.

Wednesday, February 2, 2011

FENA MAKAMI DEDİKLERİ

Fena makamı kişinin Allah indinde yok olduğunu farketmesi demek değildir. Aslında basitçe bu makam kişinin Allah indinde hiç olduğunu farketmesidir. “La havle vela kuvvete illa billah” sözü fena makamına bakar. Fena makamında gerçekte kişi imandan ihsana giden yolda hakiki ihsana ulaşıp fena makamına ulaşmıştır. Yani fena makamı dahi tüm makamların başı Abdülkadir Geylani'nin dikkat çektiği gibi kadere tam iman etmektir. Hatta kesin bilgiyle iman etmektir. Eğer bu sağlanırsa samimiyet zuhur eder. Peygamberimiz(sav)in hadisinde belirtilen “ihsan Allah'ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir.” sözü fena makamının yapabileceği veya anlayıp, buna uygun niyet, hal ve kastetme duruşlarına girebileceği bir durumdur.
Şunu da ekleyeyim. Allah senin söz ve fiillerine bakmaz. Fillerindeki sözlerindeki kastettiğin şeye bakar. Mesela kitap okurken kastın vakit geçirmektir. Öğrenmediğinde niyeöğrenmedim niye eseflenme, çünkü kastettiğin şeyi verir Allah. Bu yüzden insan kendini istediği kadar samimi, dürüst sansın. Hiç kimse kendini Allah'ın onu tanıdığı gibi tanımaz.
Ayette buyurulmuştur: Yaratan yarattığını bilmez mi? İşte bu ayet bazı insanların cahilliklerini yüzüne vurmak için yapılmıştır. Kurandaki bazı üslupların neden o şekilde olduğunu anlamak da önemlidir

Ruhun Allah'a ulaşması, fani olması, Allahın zatında yok olması, ifna olması, Allah'a teslim olması ile ulaşılan makamın adı Fena Makamıdır.

Aynı zamanda nefsin kalbinde %51 lik nur birikimi gerçekleşmiştir ve nesf tezkiyesi gerçekleşmiştir.

Ali imran 14:

Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, kadınların, oğulların, kantar kantar altınların ve gümüşlerin salma (nişaneli) atların, davarların ve ekinlerin sevgisi süslendi (güzel gösterildi). Bunlar, dünya hayatının metaıdır (malıdır). Ve Allah, O'nun (Allah'ın) katında Hüsnül Meab'tır (en güzel sığınaktır).

Allah katında en güzel sığınak Allah'tır.

Ruhun Allah'a doğru yaptığı yolculuk sona ermiş ve Allah'a ulaşmış, Allah'ın zatında ifna olmuştur.

Allah, o kişi için hüsnül Meabdır yani en güzel sığınaktır.

Fena Makamında kişi fanidir. Allah'a ulaşmıştır sonra Ruh Allah'ın zatında ifna olur yok olur.

Tasavvufta fena makamı...
Emir sultan ne güzel söylemiş;

Açılmış dükkanlar kurulmuş pazar.
Canlar mezad olmuş dellalda gezer.
Oturmuş ümmetin beratın yazar.
Cevahir bahş eden dükkanı buldum.

Tasavvufun lügat manası; saflaşmak, pürüz bırakmamaktır. Tasavvuf; esasen, benlikte bulunmamaktır. “Ben” dememek, kendindeki varlığın, benliğin sahibinin Allah olduğunu yakinen bilmek ve bununla meşgul olmaktır.

Fena makamı; yokluk mertebesine gitmek, yok olmak, Hakta yok olmak, Hakk’ta var olmaktır. şimdi, “ben yokum” desem, insan güler. Nasıl yokluk? Bu, manevi bir zevk işidir. Yani, kendisinin zannettiği şeyleri, kendisinde olan şeylerin Hakk’tan olduğunu bilmektir. Tepeden tırnağa varıncaya kadar hepsine biz vücud diyoruz ya… Bu vücudda ne var? Bir dış görünüş, bir de iç görünüş…. Dışarıda olana zahir, içeride olana ise batın diyoruz. Gerek zahirde gerekse batında ne varsa hepsi Cenabı Allah’ındır. Allah; hem zahirdir, hem batındır. Hem evveldir, hem ahirdir. her şeyin bir cismi, ismi, resmi var. şunun adı “bardak” , öbürününki “masa”, diğerinin ki de “radyo” … Bunların hepsinin özü, Cenabı Hakk tarafından yaratılmış ve yapılmıştır. Kendiliğinden olan bir şey yok. Tevhid-i Ef’al makamı bunu izah eder. Ef’al; Arapça bir kelimedir. Hareket ve sükünu ifade eder. Bir şey ya durur yada hareket eder. Duranı durduran, hareketi hareket ettiren Allah’tır. O’ndan başka fail yoktur. Lailaheillallah makamının birinde bu söylenir. “Allah’tan başka fail yoktur” Mef’ul; iş demektir. Hareketi, işi yapan Allah’tır. Allah; oynattırmazsa bu el oynayamaz yazamaz ; o söyletmezse, bu dil söyleyemez. Bütün işleri yapan O’dur. Bir ismi de “Hâlık” tır. Yani, yaratıcıdır.

Diğer bir makam da “La mevsufe illallah” (Allah’tan başka mevsuf yok) Bütün sıfatları yaratan Allah’tır. Hayat, ilim, irade, semii, basar, kelam.. Bunların her birisi bir sıfattır.

Üçüncü makam ise “La mevcudüllillah” (Allah’tan başka mevcut yok)insan, melek, hayvan, taş, toprak…. Her şeyi mevcut eden, var Allah’tır. Bu söylediğimiz üç makam Fena Makamları’dır.

"la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" yani türkçesiyle
la havle: güç yoktur
vela kuvvete: ve kuvvet yoktur
illa: ancak
aliy * : yüce
azim: azametli

"yüce ve azametli olan allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur"
anlamına gelir. genelde dilimizden düşürmeyiz. düşürmeyizde hemen akabinde sanki biz söylememişiz gibi şunu yaptım bunu yaptım diye başlarız konuşmaya farkında olmadan
ıncecik bir yol. Hani, sırat köprüsüne “kıldan ince, kılıçtan keskin” derler ya … Öyle bir yol… Öyle bir yoldan geçeceksin, gideceksin de Allah’a vasıl olacaksın. Vuslat… Nereye vuslat? Kendine… Sen aradığını kendinde bulacaksın. Dışarıda aramaya lüzum yok. Kendin olgunlaşacaksın, ne ararsan k
endinde bulacaksın. Başka türlü ilmi yok…. Başka türlü zevki yok…. Peygamber Efendimiz; “Ölmeden önce ölünüz” buyuruyor. Ölmeden önce nasıl öleceksin? Ölmeden önce Rabbini bileceksin. ınsan; hep başkasıyla meşgul, hep cihanla meşgul… Halbuki, kendisiyle birlikte bütün cihan zerreden küreye her şey Allah’ın yed-i kudretinde, başıboş hiçbir şey yok. ınsanlar “Ben yaptım” diyor.

Esas olan; Hak ve hakikat bulmaktır. Hak ve hakikat birdir. Bugün, bir buçuk milyar insan Müslüman. Bunların içinde ehl-i hakikat dediğimiz kişiler çok ender.

Evet sonuç olarak bu üç makama yani fena makamlarına ererek, sende ve senin olduğunu bildiğin Allahı efalini sıfatını zatını sahibine teslim ettikten sonra hakla hak olduktan sonra senin olarak bildiklerini hakka teslim ettikten sonra sende ne kalır ki ? ışTE -Mûtû Kable En Temûtû- ÖLMEZDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ...
Yani dahada açığı "Sen çekilirsen aradan. Sadece kalır YARADAN" Abdullah ÖZAY

Sunday, January 23, 2011

«Baba, Bak Evlâdina Neyi Revâ Görürler!..»

«Baba, Bak Evlâdina Neyi Revâ Görürler!..»

Mustafa Müftüoglu

Yazimiza baslik yaptigimiz "Baba, bak evlâdina neyi revâ görürler!.." feryadi, Kanuni'nin yigit evlâdi Sehzâde Mustafa'ya aittir ve bu feryad, o yigit sehzâdenin katli esnasinda duyulmustur. Sehzâde Mustafa'nin katli, Kanuni'nin "Nahcuvân Seferi" diye anilan 12. Sefer-i Hümayûbu esnâsinda Konya Ereglisi civârindaki Aktepe/Ak-öyük'te cereyan etmis ve bu müthis cinayet, millî bir facia olarak nesilden nesile bütün dehsetiyle söylenegelip unutulmamistir.

Kanuni Sultan Süleyman'in sekiz oglundan Murad, Mahmud ve Abdullah, küçük yasta ölmüs, sag kalan bes oglundan Sehzâde Mehmed ise 1543 yilinda eceliyle vefât etmistir. Diger ogullari Mustafa, Selim, Bâyezid ve Cihangir'Le yegâne kizi Mihrimah Sultan arasinda Sehzâde Mustafa, "veliahd"dir ve Sehzâde Mustafa, her hâliyle temayüz edip kendisini muhitine ve bilhassa askere pek sevdirmistir. Ancak bu sehzâdelerin cümlesi Hürrem Sultan'dan dogdugu halde, Veliaht olan Sehzâde Mustafa, baska bir anadan, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmis ve iste bu hâl, o kiymetli sehzâdenin basini yemistir.

Melanetleri basli basina bir tetkik mevzuu olan Hürrem Sultan, Osmanli sarayindaki "Kadinlar Saltanati"nin kurucusudur. Batili kaynaklarin "Roxelane" diye andigi bu kadin, Yavuz Sultan Selim Han'in muhterem esi Hafsa Hatun'un vefatindan sonra kinali parmaklarini devlet islerine sokmaya baslamis, bu arada ogullari içinde en sevdigi Bâyezid'e taht yolu açabilmek için türlü karanlik isler pesine düsüp mel'anetinde muvaffak olarak Kanuni'nin en degerli evlâdi Sehzâde Mustafa'yi yok edebilmesini becermistir. Sehzâde Mustafa'nin katlinde Hürrem Sultan'a, kizi Mihrimah Sultan'la Hirvat Rüstem Pasa âlet olmus ve bunlarin çesitli tertipleriyle Kanuni igtal edilerek mâsum ve degerli bir sehzâdenin imhasi temin olunmustur.

Hürrem Sultan'a alet olan bu Hirvat Rüstem Pasa'nin nice ihanetlerine muhtelif vesilelerle temas ettik. Bilindigi gibi Kanuni, Hürrem Sutan'in arzusu ile Mihrimah Sultan'i bu Rüstem Pasa'ya vererek onu kendisine dâmâd edinmis ve sonra da, tipki su "Makbûl" ünvanli Pargali serserinin Vezir-i Azam olmasi gibi, mevcut usul ve ananeyi bir tarafa firlatip atarak Rüstem Pasa'yi Vezâtet-i uzma makâmina getirmekten çekinmemis, böylece Hürrem Sultan'la tek kizi olan Mihrimah Sultan'in arzularina yerine getirivermistir. 8 sene, 11 ay, 8 gün sadâret makaminda kalan Hirvat Rüstem Pasa, bu uzun müddet içinde tamamen Hürrem Sultan'la karisinin arzulari istikametinde hareket etmis ve bu hâliyle de ihanet batakligi içinde yuvarlanip durmustur.

Sadâreti boyunca böyle ihanet batakligi içinde yuvarlanip duran Hirvat Rüstem Pasa, Veliah - Sehzâde Mustafa'nin yok edilerek taht yolunun Hürrem Sultan'in ogullarindan birine -bilhassa Bâyezid'e- açabilmesi için, kayinvalidesi ve karisi ile isbirligi etmis ve böylece kurulan Hürrem Sultan - Mihrimah Sultan - Hirvat Rüstem Pasa üçlüsü, günün birinde Sehzâde Mustafa aleyhine tertiplenen oyunu sahneye koyarak Kanunî'ye arz etmistir. Güya Sehzâde Mustafa'nin Iran Sâhi Tahmasb'la gizli muhaberede bulundugu, Sehzâde'nin Sâh'in kizini akacagi ve Sah'a dâmâd olup Kanunî'yi devirecegi, Veliah - Sehzâde Mustafa'ya bu hareketinde Tahmasb'in yardim edecegi yolunda hazirlanan sahte muhabere evrâki Kanunî'ye sunuldugunda, Pâdisah;

«Hâsâ ki, Mustafa Hân'um, bu küstahliga cüret ide ve benüm hayâtumda böyle bir vaz'i nâ-mâkûl istikâb ide! Bâzi müfsidler, kendüler mâil oldugu sehzâdeye mülk münhasir olsun diyü bühtân (iftira) iderler. Zinhâr, bu sözü bir dahi lisâna getürmeyün ve bu makûle mesâviye vücud virmeyün!..»

diyerek evvelâ bu oyuna gelmemis; fakat sonralari Hürrem Sultan'la pek sevgili kizi Mihrimah Sultan'in devamli tahrikleri neticesinde yavas yavas fikrini degistirmis ve nihayet o günlerde cereyan eden Iran'la alakali bazi siyâsî olaylarin da tesiriyle oglu Mustafa'nin ihanetine (!) inanivermistir.

Rüstem Pasa denilen hain, Sehzâde Mustafa aleyhine tertiplenen bu oyunu o derece ustalikla sahneye koymus ve bu yolda öylesine gayret sarfetmistir ki, Kanunî'nin dört seneye yakin bir zamandan beri sefere çikmayisini dahi istismar etmesini bilmis ve (tarihçi) Hammer'in iddiasina göre, Kanunî'ye müracaatla, Yeniçerilerin Sehzâde Mustafa'ya karsi duyduklari asiri muhabbetten ve asker arasinda;

«Pâdisah, ziyade ihtiyarligi cihetiyle bizzat düsman üstüne gidemiyor, Sehzâdenin (Veliaht Mustafa'nin) pâdisahligina Vezir-i Azam Rüstem Pasa'dan gayri ibir mâni yoktur. Rüstem'in basini kesmek ve ihtiyâr pâdisahi (Kanunî'yi) Dimetoka'ya göndermek ise kolaydir.»

tarzinda konusmalarin alip yürüdügünü (!) bildirip, Kanunî'yi öz evlâdi aleyhine bu yolda da tahrik etmesini basarmistir.

Kanuni Sultan Süleyman'i "Nahcuvân Seferi" diye anilan 12. Sefer-i Hümâyûn'a çikaran sebeplerden biri, iste bu Hirvat Rüstem Pasa ile Hürrem Sultan'in ve kizi Mihrimah Sultan'in isbirligi edip Veliahd-Sehzâde Mustafa aleyhine hazirladiklari bir oyundur.

Kanunî, evvelâ ihânetine (!) inandigi oglunu imhâ etmek, sonra da Sah Tahmasb'a haddini bildirmek üzere 28 AAgustos 1553 Pazartesi gecesi Istanbul'dan hareketle 8 Eylül'de Bursa Yenisehiri'ne varmis ve burada Orduy-i Hümâyûna katilan Karaman Sancakbeyi Sehzâde Bâyazid'i "Saltanat Muhafizi" olarak Edirne'ye göndermistir. 21 Eylül günü Bolvadin'e ulasan ve eyalet askeri ile buraya gelen Manisa Valisi Sehzâde Selim'i yanina alip 5 Ekim Persembe günü, Konya Ereglisi civarindaki Aktepe/Ak-öyük'te konaklamistir.

O yillarda Amasya Valisi olan Veliahd-Sehzâde Mustafa, Anadolu timarli sipahilerinden kurulu ordusu basinda 6 Kasim 1553 günü Ak-öyük'e gelmis ve büyük tezahüratla karsilanmistir. Iste, ne olduysa o gün olmus ve güzergâh boyunca toplanan askerlerin; "Maasallah", "Allah seni korusun" dulari ve coskun sevgi tezahürleri arasinda ilerleyip babasina yakin bir mahalle otagini kurduran Sehzâde Mustafa, Vezrlerle Beylerbeylerinin ziyaretlerini kabülden sonra babasinin elini öpmek üzere Kanunî'nin otagina gitmis; fakat çadiri bos bulan talihsiz Sehzâde, saskin saskin etrafina bakinirken üzerine atilan yedi dilsiz tarafindan sehîd edilmistir.

Derler ki; Sehzâde Mustafa'yi bogan bu yedi dilsiz, su "Makbûl" ünvanli Pargali serseriyi Topkapi Sarayi'nda bogan dilsizlerdir. Ancak Sehzâde Mustafa'nin imhâsi, pek kolay olmamis, güçlü-kuvvetli olan Sehzâde, dilsizlerle uzun müddet mücâdele etmis ve zavalli Sehzâde, bu arada;

«Baba! Bak, evlâdina neyi revâ görürler!»

diyerek babasini imdâda dahi çagirmistir. Sehzâde ile dilsizler arasindaki müthis mücâdelenin uzadigi anda ortaya çikan "Zâl Mahmud" denilen bir alçak, mâsum Sehzâdenin kollarini tutmak sûretiyle bogulmasina yardim etmis ve Veliahd-Sehzâde Mustafa, böylece babasinin emriyle 38 yasinda sehîd edilmistir.

Basta da kaydettigimiz gibi, herkes tarafindan sevilen ve bilhassa asker arasinda itibâri pek büyük olan Sehzâde Mustafa'nin sehâdeti duyulur duyulmaz ordu saflari birden karismis;

«Zâlimler, cezâlarini görmelidirler!»

«Böyle bir Sehzâdeye kiyan kâtiller nerde?»

«Ah bu Hirvat, âh bu hâin vezir!»

«Rüstem Pasa, zâlimlerin basidir!»

feryadlari arasinda Hirvat Rüstem Pasa'ya gâliz küfürler savrulmus ve matem alameti olarak ögle yemegini yemeyen asker, Rüstem Pasa'yi öldürmek üzere çadirina hücûm etmisse de, hâin vezir-i âzâmi bulamamis, çadiri yakilip tahrip edilen o hâin, yine Kanunî'nin himayesiyle ölümden kurtulmus ve hemen Mühr-i Hümâyûn, Hirvat Rüstem Pasa'dan alinarak Timisvâr Fâtihi Kara Ahmed Pasa'ya verilmistir.

O devirde Hürrem Sultan'la Rüstem Pasa'nin ve karisi Mihrimah Sultan'in hakimiyyet derecesine bakiniz ki, Vezâret-i uzmâ makâmina getirilen Kara Ahmed Pasa, Rüstem Pasa'nin yerine Vezir-i Azam olmakla, onun dayandigi "Kadinlar Partisi"nin serrine ugramaktan çekinmis ve bu sebeple Timisvâr Fâtihi Kara Ahmed Pasa gibi bir zât, sadâreti kabûl etmemis, bilâhare Kanunî'nin kendisini azletmeyecegine dair söz vermesi üzerine kabûle mecbûr olmustur.

Ordu tarafindan pek sevilen Timisvar Fatihi Kara Ahmed Pasa'nin bütün nüfûzunu kullanarak askeri yatistirmasina ragmen, müthis cinayet sona ermemis; Sehzâde Mustafa'nin sehâdetinden sonra Amasya'da bulunan oglu Mehmed de dedesinin emriyle anasinin kucagindan alinip idâm olunmus ve böylece Sehzâde Mustafa meselesi halledilip (!) ileride dogacak bir kan davasi da önlenmistir.



Böylesine müthis bir oyunla sehîd edilen mâsûm Sehzâde Mustafa'nin cenaze namazi, Ordugâhta bulunan Kazaskerlerin de istirâkiyle Eregli'de kilinmis ve Kanunî'nin emriyle tabutu Bursa'ya naklolunup Muradiye'deki Ikinci Murad Türbesi civarina defnedimistir.

Sehzâde Mustafa'nin sehâdeti, yurt içinde oldugu kadar yurt disinda da büyük akisler uyandirmis ve Kanunî'nin Nahcuvân Seferine katilan Taslicali Yahya Bey merhum, yazdigi meshûr mersiye ile o millî fâciâyi edebiyat tarihimize mal etmistir. Okuyalim bu mersiyeden birkaç misra;

«Meded meded bu cihânin yikildi bir yâni
Ecel celâlileri aldi Mustafa Hân-i
Dolundu mihr-i cemâli bozuldu erkâni
Vebâle koydular âl ile Al-i Osman'i

Yalancinin o kuru bühtâni, bugz-i pinhâni
Akitdi yasimizi yakdi nâr-i hicrâni

N'olaydi görmeye idi bu mâcerâyi
Yaziklar âne ki revâ gördü bu re'yi gözüm
Nesim-i subh gibi yerde koyma âhimizi
Hakaret eylediler nesl-i pâdisâhimizi

Bunun gibi isi kim gördü kim isitdi aceb
Ki ogluna kiya bir server-i Ömer-mesreb?
Ilâhî cennet-i firdevs âna durag olsun
Nizâm-i âlem olan padisah sag olsun»

Sehzâde Mustafa'nin sahâdetini mteâkip Kanunî, Halep'e hareketle o yilin kis mevsimini bu sehirde geçirmis, Pâdisahin en küçük oglu Sehzâde Cihangir, agabeyinin katline dayanamayip 23 yasinda Halep'te vefât etmis ve Istanbul'a getirilerek Sehzâde Mehmed'in türbesine gömülmüstür. Hirvat Rüstem Pasa denilen bu melûn ise Sehzâde Mustafa'nin katlinin kendi eseri oldugunu Venedik Büyükelçisi Domenico Trevisano'ya itiraf etmesine ragmen, o müthis cinayetten iki yil sonra tekrar Vezir-i Azam olabilmis ve bu kâtil, bu defaki ikinci sadâretinde yukaridaki meshûr mersiyenin sahibi Taslicali Yahya Bey'i "nizam-i â'lem için" idâm ettirmenin çarelerini aramasina ragmen, melânetinde muvaffak olamamistir. Hirvat Rüstem Pasa'Nin ikinci sadâreti, 5 yil, 9 ay, 11 gün devam etmis ve Devlet-i Aliyye'nin isleri, bu misüllü bir alçagin elinde kalmistir.

Kanunî devri, yukarida izahina çalistigimiz müdhis cinayete benzer türlü karanlik islerle doludur. Imparatorlugumuzda ilk çöküntü alametinin basladigi bu devir, herhalde hakkiyla tetkik edilmeli, devrin ihtisamiyle büyük fütûhata aldanip alelâcele hüküm verilmemeli, bilhassa Pîrî Mehmed Pasa gibi muhterem bir zâtin isbasindan uzaklastirilmasindan sonra devlet idâresine hâkim olan gürûhun mel'ânetleri unutulmamalidir! [1]

Kaynaklar

[1] Mustafa Müftüoglu, "Yalan Söyleyen Tarih Utansin", Çile Yayinlari, 3. baski, Istanbul 1978, c.3, s.49-54

Şehzade Mustafa Mersiyesi-Taşlıcalı Yahya Bey

meded meded yıkıldı bu cihânın bir yanı
ecel celâlileri aldı mustafa hânı

tolundı mihr-i cemali bozuldı dîvânı
vebale koydular âl ile âl-i osmânı

geçerler idi geçende o merd-i meydânı
felek o cânibe döndürdü şâh-ı devrânı

yalancınun kurı bühtânı buğz-ı pinhânı
akıtdı yaşımızu yaktı nâr-ı hicrânı

cinâyet itmedi itmedi cânî gibi anun cânı
boğuldı seyl-i belâya tağıldı erkânı

n'olaydı görmeye idi bu macerâyı gözüm
yazuklar ana revâ görmedi bu râyı gözüm

Tonandı ağlar ile nûrdan menâra dönüp
Gûşâde- hâtır idi şevk ile nehâra dönüp

Görindi halka dıtahrt-ı şükûfedâra dönüp
Yürüdi kulları ardınca lâlezâra dönüp

Tururdı hiddet ile şâh-ı cihân nâra dönüp
Otağı haymeleri karlu kûhaâra dönüp

Müzeyyen idi bedenlerle âkhisâra dönüp
El öpmeğe yüridi mihr-i bî-karâra dönüp

Tutuldı gelmedi çünkim o mâh-pâre dönüp
Görenler ağladılar ebr-i nevbahâra dönüp

Bir ejderhâ-yı dü-serdür bu hayme-i dünyâ
Dehânına düşen olur hemîşe olur hemîşe nâ-peydâ.


Monday, January 17, 2011

Başbakan’a bu tepki niye?

Mehveş Evin
mehves.evin@milliyet.com.tr
Başbakan’a bu tepki niye?
17 Ocak 2011
Amerikalı edebiyatçı Paul Auster, spordaki rekabetin insan eliyle yapılan felaketlerin ilacı olduğunu yazmıştı. Auster, Avrupa futbolunu savaşla kıyaslar:
“Futbolda tutku dozu yüksektir. Milliyetçi şarkılar söylenir, bayraklar sallanır, taraftar birbirine hakaret eder. Fakat bu küçük tümenlerin şortlarıyla taklit ettiği savaş oyunu, dul ve yetim sayısını artırmaz. Takımlar, birbiriyle yeşil sahada karşılaştığı sürece zayiat bir elin parmaklarını geçmez.”
Galatasaray’ın yeni stadı TT Arena’nın açılışında barkovizyonda gösterilen “aslan başlı gladyatör futbolcu” tiplemesini gördüğümde Auster’ın bu sözleri aklıma geldi. Gerçekten de futbol bir savaş imitasyonu, oyuncular da bir nevi gladyatör.
Taraftar, antik Roma’daki arenalarda kan dökülmesi için bağıranlardan çok da farklı bir ruh halinde değil.

RAKİP, TRİBÜNDE
Ancak Aslantepe’nin açılışında bu defa “rakip takım” sanki sahada değil, tribündeydi. Bu muazzam stadın yapımında büyük katkısı olan TOKİ İdaresi ve Başbakan ile bakanlarının yuhalanıp ıslıklanmasını “nankörlük” olarak değerlendirmek en kolayı.
Peki “Kral” tribünden neden alkış yerine yuhalama aldı? Neden her isminin anonsunda ıslıklarla protesto edildi? İstanbul’da yapılan dünya basketbol şampiyonasından sonra binlerce kişiden açıkça tepki gördüğü ikinci vakaydı bu. Sekiz yıldır tek başına iktidar olan, bir sonraki seçimlerde de şansının yüksek olduğu söylenen bir siyasetçi için hiç hoş bir durum değil.
Eminim Başbakan bu “terbiyesizliği” yine seçkinciliğe yoracak. Ne de olsa Galatasaray, seçkinlerin kulübü olarak bilinir. Ancak protestoların VIP localarından değil, numaralıdan yükseldiğini belirteyim. Yani has taraftardan. VIP sessizdir, tezahürata bile tenezzül etmez! Biletler satışa çıksa ve aktif taraftar sayısı daha çok olsaydı, bu manzara değişir miydi? Sanmam...

REKLAM ZAMANI DEĞİL
Tepkinin nedeni, Başbakan’ın Fenerli olması da değil herhalde... Şu anki Galatasaray yönetimine duyulan öfke kadar, Ali Sami Yen’e veda etmenin hüznü de etkili oldu... Ancak kulakları sağır edecek kadar yüksek çıkan protestoların asıl nedeni, iktidarın Aslantepe’yi reklam alanı yapmasına duyulan tepki.
Taraftarı yüreklendirecek, yeni dönemde takıma bol şans dileyecek bir iki sözcük söylemek yerine 23 Nisan müsamaresi edasıyla yapılan konuşmalar için ne yer, ne de zaman doğruydu. İktidar, Ortadoğu ülkelerinde ve Anadolu’da ayakta alkışlanacak kadar popüler, doğru... Ancak şu da bir gerçek ki, sadece kıyılar değil, büyük şehirlerde de aynı sevgiyi kazanamadı.
Bir ömür sürecekmiş gibi görünen Ergenekon duruşmalarından Hizbullah tahliyeleri şokuna... Yargıdaki adaletsizliklerden tutun düşünce özgürlüğünde “miş” gibi yapılan adımlara... Heykelden tutun “tıksırma” söylemine... Ve en çok da “tek adam” halleriyle... Tahmininden fazla seçmeni soğuttu, öfkelendirdi Başbakan. İşte Aslantepe’deki ıslıkların alkışları bastırmasının nedeni bu.



LOCALARDA DURUM
OPERATÖR SORUNU: Herkes telefonların çekmemesinden şikâyetçi. Duyduğuma göre kulüp, Aslantepe’de baz istasyonu kurulması için bir operatörle anlaşacak. İyi de bu kamusal alan değil mi, kimin hakkı var buna?
ZAMAN LOCASI: Stadın her yerinden görüş şahane. İkinci kat tamamen VIP, tüm stadı çevreleyen localarla dolu. Biz Vodafone’un locasından açılışı izledik. Yayın grupları arasında locası olan tek grup, Zaman.
CATERING: VIP katında Divan catering hizmeti verdi, cola markası Cola Turka’ydı. Bu hep mi böyle olacak, kimse bilmiyor.
LOCADA MAÇ İZLENMEZ: Aslantepe’nin yüzlerce locası var. Şık bir masayı çevreleyen oturma yeri ve sandalyeler, dolaplar ve bir lavabo bulunuyor. Ancak locadan maçı seyredemiyorsunuz. Dışarı çıkıp locanın önündeki koltuklardan izlenebiliyor. Locada herhalde eşler dedikodu yapacak...
BURALAR DUTLUKTU: Ali Sami Yen stadının açıldığı tarihte (1964), Mecidiyeköy dedelerimizin tabiriyle “dutluk”tu. Aynı kader, Seyrantepe’nin şimdiden kazınan tepelerini de bekliyor... Birkaç yılda.

Friday, January 14, 2011

Saygı... Hepimize gerek!

Nilay Yılmaz Yakan Top
yakantop@gmail.com
15 Nisan 2010
Arda, Leo Franco, Jo, Sabri, Bülent Korkmaz, Fatih Terim, Tugay Kerimoğlu, Hasan Şaş, Ayhan, Necati Ateş, Arif, Petre, Tamaş, Bratu, Özhan Canaydın, Alex, Güiza, Deivid, Uğur Boral, Selçuk Şahin, Lorant, Aragones, Kezman, Maldonado, Josico, Deniz, Yasin, Can Arat, Volkan Demirel, Ümit Özat, Rüştü, Enke, Hakan Bayraktar, Hiddink, Hüseyin Cimşir, Ziya Doğan, Ersun Yanal, Halilhodzic, Ogün Temizkanoğlu, Fatih Tekke, Burak, Bülent Uygun, Tolunay Kafkas, Çağdaş Atan, Adem Dursun, Youla, Tabata, Runje, Süleyman Seba... İlk aklıma gelen isimler. Unuttuklarım yazdıklarımdan daha çok elbet, farkındayım...
Islıklanan, yuhalanan, küfür edilen, dalga geçilen, istifaya davet edilen futbolcular, teknik direktörler... İstisna da olsa taraftardan dayak yiyenleri de unutmamak gerek...
Taraftar tribünde, futbol yazarları gazete köşelerinde, yorumcular televizyonda kızdıkça kızıyor, futbolculara, teknik direktörlere veryansın ediyor... Çünkü futbolculara ne yapmaları gerektiğini öğretmek, teknik konularda ahkam kesmek çocuk oyuncağı... Nasıl olur da yenilirsiniz? Bu futbolu bilmiyor... Şundan topçu olmaz...
Hagi, bir maç sonrasında “Bazıları bu işin çok kolay olduğunu sanıyor, sahaya çıkıp bir koşsunlar da görelim” diyerek Türkiye’de, mesleklerine olan saygısızlıktan yakınmıştı. Gerets “Türkiye’de çalıştıysanız, dünyanın her yerinde çalışabilirsiniz” sözleriyle Hagi’nin düşüncelerine katılmıştı. Fatih Terim “Türkiye’de kayıt dışı 50 milyon teknik direktör var” diyerek buralarda futbol maçı izleyen herkesin kendini nasıl da işin uzmanı sandığını vurgulamıştı... Geçtiğimiz günlerde Nihat Kahveci “İspanya’da ‘Nihat kötü oynadı, hocasının verdiği görevi yerine getiremedi’ derler. Ama ‘Nihat kötü oynadı çünkü bir hafta önce arkadaşlarıyla bara gitti’ demezler” sözleriyle bakış açımıza dikkat çekmişti...
Profesyonel futbolcu olmak, tribünden destek beklerken hakarete uğranıldığında dahi en iyi/üstün performansı göstermek demek midir? Futbolcuları ıslıklayanlar, küfür edenler performanslarının en iyisini patronlarından, müdürlerinden hakaret ya da küfür işittiklerinde mi gösteriyorlar ki, öyle davrandıklarında futbolcuların performanslarının artacağını sanıyorlar?
Ne yazık ki, bu topraklarda kendisine taraftar diyenlerin büyük bir bölümü futbolu gerçekten sevmiyor... Varsa yoksa kazanmak...

Hıncal Uluç’tan naçizane ricamdır!
11 Mart’ta yayımlanan “Kadın’ın adı var” başlıklı yazımda “kadın” yerine “bayan” kelimesinin toplumda habis bir ur şeklinde yayıldığını anlatmaya çalışmış ve kadınların da erkekler kadar bu tuzağa düştüğünü vurgulamaya çalışmıştım.
Çünkü “bayan”ın kullanımı dilimizde tamamen normalleşti ve kadın demek fena bir şey demek manasına geldi...
NTVSpor, yazımın katkısı var mı bilmem, artık bayanlar yerine kadınlar diyor. Hatta bir “devrim” yaptılar ve federasyonlarımızın belirlediği (uydurduğu) resmi lig isimlerinin dışına çıkarak “bayanlar ligi” yerine “kadınlar ligi” deniyor artık.
Federasyonlar cephesinde ise değişen bir şey yok...
Benim yazmamla olacak iş de değil...
Hıncal Uluç’tan ricam da tam burada devreye giriyor işte...
Sayın Uluç,
Çeşitli konulardaki eleştirilerinizden sonra, eleştirileriniz dikkate alınıyor ve konuya ilişkin bir takım değişiklikler yapılıyor.
Sizin de “kadın” yerine “bayan” denmesine karşı çıktığınızı biliyor ve federasyonların dikkatini bu konu üzerine çekmek için yazı yazmanızı rica ediyorum.
Ben federasyonların “bayanlar” liglerinden utanıyorum...

Kahin2 demiş ki:
Daum: Size 6 ay önce sezonun nasıl olacağını söylemiştim, hatırlıyor musunuz?
Muhabirler: Ne söylemiştiniz?
Daum: Sezonun son maça kadar çekişmeli bir şekilde geçeceğini ve Fenerbahçe’nin de hep şampiyonluk yarışının içinde olacağını söylemiştim. Gördüğünüz gibi aynen devam ediyoruz.

Ne güzel!
Barcelona’daki ilk yılımda basın çok üzerime gelmişti. Ancak kulüpte bana çok inanan ve destek veren bir başkan vardı. Adnan Polat da aynı karakterde. (Galatasaray Teknik Direktörü Rijkaard - Milliyet)

Hey gidi günler hey!
2002 Dünya Kupası’nın sonunda Liverpool beni istedi. Ancak 2003 yılındaki ekonomik krizden dolayı bana verecekleri para Türkiye’de kazanacağımdan çok düşüktü. Ancak şimdiki aklım olsaydı bu teklifi kabul ederdim. Şimdi 25 yaşında olsam, o kadar az parayı kabul eder, hiç düşünmeden giderdim. (Hasan Şaş-Sportmen, SKY Türk)

Oldu, peki!
Bana göre Türkiye’nin Barcelona’sı sanırım Kasımpaşa’dır. Keyif veren bir takımız. Oyuncularımı böyle bir unvanla ifadelendirmek istiyorum. (Kasımpaşa Teknik Direktörü Yılmaz Vural)

Şakacı!
Beşiktaş-Trabzonspor maçının üç yıldızı da, maçta görev alan üç iyi kaleci oldu. Pardon... Egemen’i de eklersek dört kaleci demek daha doğru olur! (Hakan Şükür-Fanatik)

???
Aziz Yıldırım hakem odasına girer. Çünkü Şükrü Saracoğlu Stadı’nı o yaptı! (Selim Soydan - Bizim Stadyum, TV8)

Hiç belli olmuyor ama!
Kendimi çakma Ronaldo’ya değil, orijinal Brezilyalı Ronaldo’ya benzetiyorum. Fransız Thierry Henry ile vatandaşım Ronaldo karışığı bir özelliğe sahibim. (Beşiktaşlı futbolcu Bobo)