Wednesday, January 25, 2012

DERSİM ÜZERİNDEN DEVLETİN DİNAMİTLENMESİ

1964-1967 yılları arası üç yılı Tunceli’de geçen Hocamız anlatmıştı. Komşu ilimiz olduğundan daha sonraları çok çeşitli vesilelerle Tunceli ve ilçelerini dolaştık. Dersim olaylarını bizzat yaşayan insanlarla, bu olayları bastırmak üzere asker olarak bölgede bulunanlarla ve sürgünden dönüp Elazığ’a yerleşen komşularımızla tanışıp bu konuları tartıştık. Hatta Çemişgezek Hazari Köyü’nden Alevi yurttaşımız Ali Yılmaz (75) Amcanın anlattıklarından notlar aldık. (05.12.2011-Kanal 23-Son Nokta) Bunların pek çoğu: Bazı Dersim aşiretlerinin yüzyıllarca, çevredeki Sünni bölgelere yönelik eşkıyalık ve yağmacılıkla yaşadığını ve Devleti tanımadığını Devleti bu operasyonları başlatmaya mecbur bırakacak çok ciddi yanlışlar yapıldığını ve isyanın dışarıdan tezgâhlandığını Bu hengâmede birçok masum insanın da maalesef kırıldığını, ama rakamların çok abartıldığını itiraf ediyor; Ancak bu olayları ve tarihi yaraları deşip kanatmak yerine sarmak ve unutturmak için uğraşılmasını istiyordu. Hatta daha duyarlı davranan bazıları, Dersim hadisesini kaşıyıp kışkırtmak isteyenlerin, bölge halkının başına yeni felaketler açacağından endişe duyduklarını söylüyordu. Dersim ıslahından sonra bölgede kalan ve sürgüne yollanan Alevi vatandaşlarımız, büyük acılar ve sıkıntılar yaşasa da, bu hareketin kendilerine ve nesillerine hangi olumlu ve onurlu imkânları sağladığının bilincine vararak, bir nevi Atatürk’e şükran ifadesi olarak, O’nun partisi saydıkları CHP’ye sahip çıkmaları önemli bir psikolojiyi yansıtıyordu. Ancak, maalesef Atatürk sonrası CHP tarafından sürekli istismar edilen ve sadece “doğal oy potansiyeli” olarak görülen Alevilerin de artık bu oyunları bozması gerekiyordu. Buna rağmen Sabah’tan Nazlı Ilıcak, Hürriyet’ten Yalçın Doğan, Taha Akyol, İsmet Berkan, Taraf’tan Ahmet Altan, Baskın Oran, Milliyet’ten Hasan Cemal, Güneri Civaoğlu, Cumhuriyet’ten Ahmet Tan, Habertürk’ten Balçiçek İlter, Zaman’dan Vahap Coşkun gibi, hayret çoğu Sabataist kökenli (Yahudi dönmezi) yalaka yazarlar, Recep T. Erdoğan’ın Dersim istismarına arka çıkıyordu. Özellikle Masonik “Büyük Kulüp” destekli ve Washington Yahudi Lobileri icazetli Amberin Zaman: “Diktatör diye Atatürk’ü yaralamaya kalkışmak yanlıştır. Atatürk’e vuracağımız tek konu Dersim olayıdır” diyerek aslında Siyonist Yahudi odakların talimatını hatırlatıyordu. Ve Mustafa Kemal’in, bu sefer, CHP üzerinden yıpratılması hedefleniyordu. Bu nedenle tartışma CHP Tunceli milletvekili ağzıyla başlatılıyordu. Zaten Kemal Kılıçdaroğlu da CHP’nin başına, aynı Siyonist Merkezlerce işte bu hedefle taşınıyordu. Kılıçdaroğlu Siyonist merkezlerin hizmetkârı(mı)dır? Amerikan Derin Devleti'nin yani Siyonist Yahudilerin kontrolünde olduğu bilinen ve Fetullahçıları eğiten Johns Hopkins Üniversitesi'ne bağlı Amerikan-İsveç merkezli Slikroad Enstitüsü tarafından hazırlanan 75 sayfalık Türkiye raporunun altında Svante E.Cornell ve Hail Magnus Karavelli’nin imzaları bulunmaktadır. Halil Magnus Karavelli sözde ulusalcı ve Kemalist Cumhuriyet Gazetesi'nin 2. sayfasında yayınlanan yazılarından tanınmaktadır. Ayrıca Karavelli, İsveç'te bir gazetenin de başyazarıdır. Enstitü'nün İsveç'teki Türkiye çalışmalarını O yönetiyor. Svante E. Cornell ise, İsrail'de yayınlanan The Jerusalem Post Gazetesi'nin yazarlarındandır. Cornell ve Karaveli ikilisinin ortak özellikleri, İsrail'le yakın ilişkileri ve hizmetkârlığıdır. Ekim 2008'de yayınlanan raporda yer alan Türkiye senaryoları son derece çarpıcıdır. Raporun içinde Türkiye'yi sarsacak öngörüler yer almaktadır. Raporun 72. sayfasındaki ifadeler, aynen şöyle: "CHP'den istifa etmeye ikna edilecek Deniz Baykal'la, yolsuzluklar konusunda kamuoyunda yıldızı parlatılan Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirecek. CHP, yeniden Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti olarak yeni hüviyete bürünecek." O tarihte Kemal Kılıçdaroğlu, henüz çiçeği burnunda bir Grup Başkan Vekilidir. Ancak Onun ciddi bir CHP geçmişi yoktu. Örgütler üzerinde de herhangi bir etkisi bulunmuyordu. Ancak Siyonist Slikroad Enstitüsü ise, Türkiye ile ilgili senaryosunda, "Baykal istifaya ikna edilecek, yerine Kılıçdaroğlu gelecek" diye kehanette bulunuyor ve bu öngörü de aynen gerçekleşiyordu.[1] Yani T.C.’nin dağıtılması ve ülkenin parçalanması için AKP gibi CHP’nin de Siyonist odakların güdümüne sokulması gerekiyordu. Sene 1937… Mustafa Kemal, başbakan Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucunda karakol vardı ve isyancılarca basıldı. 33 asker şehit edildi. Peşinden telefon hatları kesildi, pusular kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburu vuruldu, 56 asker daha şehit oldu. Derken film koptu. Elebaşlarından birisi Seyit Rıza’ydı ve dış güçlerce kışkırtılmıştı. Kendisini oynatanların ipleri bıraktığını hissedince, paniğe kapıldı, İngiltere Dışişleri Bakanı’na mektup yazdı, Suriye’deki İngiliz Elçiliği’ne yolladı. Yalvaran mektubunda, Anadolu için “çorak toprak” derken, “Kürdistan bereketli toprak” diyordu… “Sayın ekselansları” diye başlıyor, “Türk Hükümeti yaptığı anlaşmalar sayesinde dış baskılardan kurtuldu, Dersim’e girmeye kalkıştı, Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık, direnişimiz karşısında Türk uçakları bombalamaya başladı” diye vaziyeti anlatıyor, “sayın ekselanslarına sesleniyorum, hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyorum, en derin saygılarımın kabulünü rica ediyorum” diye bitiriyor, “Seyid Rıza” diye imzalıyordu. Hal böyleyken… Seyit Rıza’yı “masum” göstermeye çalışanlar, böyle bir mektubun asla var olmadığını iddia ediyorlardı. Altında kabak gibi “Seyid Rıza” imzası bulunmasına rağmen, “Seyit Rıza yazmadı, Baytar Nuri Dersimi yazdı” diye konuyu çarpıtıyorlardı. (Çünkü Baytar Nuri gibi militanların oyuncağı olmak Seyit Rızayı masumlaştırmayacaktır.) Oysa Londra’da “The National Archives” diye İngiltere devlet arşivi bulunmaktadır. Kayıt ofisine gidiyorsun, “FO 371/20864/E5529” numaralı belgeyi rica edebilir miyim?” diyorsun, hay hay deyip, yukarıdaki mektubu veriyorlar. 50 pens filan, fotokopisini alabiliyorsun. Hazır, frak giyerek yakasına şövalye nişanını takan Cumhurbaşkanımız (Siyonist Yahudi güdümlü İngiliz CFR’si Chatham House’nin madalyalı misafiri olarak) ordayken… Yemekte Windsor kuzusu ikram eden Kraliçe’ye “tarihimizle yüzleşelim” dese fena olmazdı.”[2] Sn. Recep T. Erdoğan güya Dersim katliamı belgelerini açıklıyor, ama nedense dış güçlerin kışkırtmasıyla ayaklanmayı başlatan ve 300 yıldır devleti Dersim’e sokmayan isyancıların, mesela İngilizlerle mektuplaşmalarını hiç gündeme getirmiyordu. O şartlarda Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyetini çaresiz bırakıp parçalanmasını amaçlayan bu dış destekli isyanı bastırmaktan başka hiçbir seçeneği bulunmuyordu. Bu günkü Başbakan gibi, demokratik açılım safsatalarıyla Cumhuriyet Türkiyesinin henüz yeni doğmuşken boğdurulmasına izin verecek hali de yoktu. Kaldı ki bu isyanı bastırma mecburiyeti, bir partinin değil devletin kararıydı. Hatta İsmet İnönü, Atatürk’e rağmen isyancılara müdahaleyi sürekli savsaklıyor ve yaranın kangrenleşmesine fırsat veriyordu. Bu durumu sezen Mustafa Kemal, İnönü’yü hemen görevinden ve askeri yetkilerinden azlediyor, yerine Celal Bayar’ı Başbakanlığa atıyor ve artık ölünceye kadar İsmet İnönü’yü bir daha yanına yaklaştırmıyordu. Yani Dersim İsyanı fiilen Celal Bayar döneminde bastırılıyordu. Ancak Celal Bayar, sonradan DP’yi kurup seçim gezileri için Elazığ’a geldiğinde, kendisine bu konuyu hatırlatan Tunceli temsilcilerine: “Ben o harekâtı isteyerek ve benimseyerek başlatmadım. Atatürk’ün baskıları ve hatta başımızı koparacağı korkuları altında mecbur kaldım” diyerek veli nimeti Mustafa Kemal’i suçlamaktan da sakınmadığını, Elazığ eşrafından Ziya Çarsancaklı hatıra kitabında ve yerel televizyonlarda anlatıyordu. İnönü’nün, Dersim konusunda Meclis’i ve Cumhurreisi’ni yanıtlaması! Öyle anlaşılıyor ki, İsmet İnönü, rakip Sabataist cunta tarafından kışkırtılıp kullanılmasın diye, çevresine ve yüksek bürokrasiye Mustafa Kemal’in tayin ettiği kişiler eliyle kontrol edilmek suretiyle, uzun zaman Başbakanlık koltuğunda tutuluyordu. Örneğin Çankaya sofralarının müdavimlerinden Şükrü Kaya, sürekli İnönü hükümetlerinin İçişleri Bakanı, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk’ün İttihatçı Dönmelere karşı ılımlı Sabataistlerdendir) ise değişmez Dışişleri Bakanı yapılıyor, hatta bu ekibin, Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanlığı yolunu tıkamak için, Dersim ıslahını savsaklaması nedeniyle Başbakanlıktan uzaklaştırılması üzerine, İnönü’yü milletvekilliğinden ayırıp Washington Büyükelçisi yapma girişimleri dahi konuşuluyordu. Atatürk’le İsmet İnönü’nün başlıca çatışma konularını şunlar oluşturuyordu: 1- Hatay Meselesi: Atatürk Fransızların gasp ettiği Hatay’ın bir an evvel Türkiye’ye katılmasını istiyor, İsmet İnönü ise “diplomatik teamüllerle ve siyasi müzakerelerle bu sorunun halledilmesi gerektiğini” savunuyordu. Oysa Atatürk, ısrarlı taleplerine rağmen Kazım Karabekir’in Musul ve Kerkük’e asker sokup bir fiili durum oluşturmaktan çekinmesi ve konuyu BM’e havale etmesi üzerine bu bölgelerin elimizden nasıl çıktığını çok iyi biliyordu. 2- Önce Başkumandanlık, sonra Cumhurbaşkanlığı yetkileri: İsmet İnönü, Masonik cuntanın tahrik ve teşvikiyle, Atatürk’ün hem Başkumandanlık hem de Cumhurbaşkanlığı yetkilerini çok aşırı buluyor, bunların kısıtlanmasını istiyordu. Böylece Masonik-Sabataist Cunta’ya daha rahat fesatlık alanı doğacağı hesaplanıyordu. 3- İnönü’nün Şeyh Said Kıyamıyla Dersim İsyanına farklı tepkileri: 1926’daki Şeyh Said İsyanına dolaylı destek ve cesaret kazandırdığı ve gerekli tedbirleri almadığı için Ali Fethi Okyar hükümetini şiddetle eleştiren ve isyanı bastırmak üzere hükümete getirilen İsmet İnönü’nün, bu sefer 1937’deki Dersim’in ıslahını sürekli savsaklaması ve hatta Meclis’i ve Cumhurreisi’ni yalan yanlış beyanlarla aldatmaya kalkışması dikkatlerden kaçmıyordu. İsmet İnönü, 1937’de Meclis’teki son konuşmasında şunları söylüyordu: “Bugün artık Dersim’in köyleri ve kazaları, Ankara’nın sokakları kadar emniyetli duruma sokulmuş bulunmaktadır. O bölgede yollar, okullar, karakollar ve kışlalar açılmış ve asayiş tamamen sağlanmıştır.” Oysa bunların hiçbiri gerçeği yansıtmıyordu ve T.C. Devletinin askerleri ve memurları hala Dersim’e sokulmuyordu!? Ve zaten bu yanlış ve yanıltıcı beyanları üzerine İnönü’yü Başbakanlıktan alıp yerine eski İktisat Bakanı Celal Bayar’ı atıyordu. Ardından da İsmet İnönü için: “Zaten biz O’na hangi görevi verdikte, o işi yüzüne gözüne bulaştırmadan ve mecburen desteğimiz ve himayemiz olmadan onu başarabilmiştir? Evet, hem İnönü savaşları, hem Lozan Barışı, tamamen bizim müdahalemiz ve gayretimiz sayesinde kazanılabilmiştir” diyordu. Aydınlık’ın bayat numaraları ve çarpıtmaları! Eski TKP yöneticisi İsmail Bilen’in Dersim raporunu esas alan Aydınlık: “Dersim isyanı dış destekli bir gericilik ayaklanmasıdır ve yöredeki şeyhlerin kışkırtmasıdır” anlamında, asılsız ve alakasız yorumlar yaparak, bu bahane ile yine İslam düşmanlığını kusmaktan sakınmıyordu.[3] Oysa Dersim bölgesinde safdil ve cahil halkı sömürüp ezen ve onların sırtından derebeylik süren bazı “DEDE”lerin: a) b)Şeriat hükümlerini uygulamak c) gibi hiçbir gayeleri bulunmuyordu. Böyle bir iddia; sahiplerini gülünç duruma düşürüyordu. Bu gibi uyduruk kurgular eğer koyu cahillik ve bilgi fukaralığından kaynaklanmıyorsa, kesinlikle karanlık kafalarına sinmiş bir İslam düşmanlığını yansıtıyordu. Çünkü Dersim’deki dedelerin ve aşiret reislerinin ne 1925’teki Şeyh Sait isyanına ne de 1930’daki Ağrı ayaklanmasına asla katılmadıklarını herkes biliyordu. Ancak din istismarıyla bu isyanları kışkırtanlarla, Dersim isyanını hazırlayan dış odaklar aynıydı. Sadece 1938 askeri operasyonunda değil; 1936, 1937, 1938, 1939 yıllarındaki bütün müdahaleler ve mecburi göçler sonucu, maalesef hayatını kaybedenlerin hepsinin toplamı 13 bin civarında iken, Sn. Recep T. Erdoğan’ın kalkıp “50 bin” kişinin katledildiğini söylemesi de, herhalde kışkırtma ve istismar hesaplıydı. 1935’ten 1939’a kadar Dersim isyancılarının katlettiği asker sayısı niye hiç konuşulmamaktaydı? Binlerce insanın değil, masum ve mazlum bir kişinin bile öldürülmesi, elbette vicdan sızlatıcıdır. Ancak böylesine tehlikeli ve dış destekli bir isyanı bastırırken, maalesef suçlular yanında masumların da zarar gördüğü durumlar ortaya çıkmaktaydı. Bu gerçekleri olduğu gibi kabullenip anlatmak ve Atatürk’e sahip çıkmak gerekirken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Recep Bey’in ve malum merkezlerin ekmeğine yağ süren pinti tavırları ise mide bulandırmaktaydı. Irak’ta Amerika’nın bir buçuk milyon Müslümanın katline ve on binlerce kadının ırzına geçilmesine izin ve destek veren, hatta vahşi Conilerin başarısı için dua eden… Ve yine Libya’da 57 bin insanın öldürülmesine ve bu ülkenin tamamen tahrip edilmesine gayret gösteren Sn. Recep T. Erdoğan’ın şimdi kalkıp 74 sene önceki Dersim olayında hayatını kaybeden 13 bin Alevi yurttaşımız adına gerçekten üzüldüğüne inanmak için insanın herhalde AKP’li olması lazımdı. Sn. Başbakanın Dersimlilerden özür dilemesi de sadece şov amaçlıydı. Bugün AKP’lilerin ayaklarına kapandıkları AB yetkilileri, BDP Diyarbakır İl Başkanının daveti üzerine Dağlıca bölgesinde TSK’nın PKK’ya karşı “ağır ve standart dışı silahlar kullanıp kullanmadığını” araştırmaktaydı. Şimdi AB’nin gâvurları: “Evet, TSK iddia edildiği gibi davranmış ve orantısız güç kullanmıştır” şeklinde uyduruk bir rapor verirse, Sn. Recep T. Erdoğan PKK’lılardan da özür dilemeye hazır mıdır? Necip Fazıl’ın ve takipçisi İslamcıların çelişkili tavırları: Rahmetli Necip Fazıl’ın 2008’de yayınlanan “Vesikalar Konuşuyor” isimli kitabında, Büyük Doğu Dergisindeki 6 makale okuyucuya sunulmaktaydı. “Tarih boyunca gelen faciaların en büyüğü” alt başlıklı makalesinde: “13 yıl kadar önce İsmet İnönü’nün Başvekilliğinde başlatılıp, Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı ve Celal Bayar’ın başvekilliğinde tamamlanan ve esas sorumluluğun bu iki şahısta olduğu anlaşılan Dersim faciasında 50 bin Müslümanın acımasızca katledildiğini ve bunların mukaddesatı ezmek için tertiplendiğini” yazmıştı. Bak: 26 Kasım 2011. Milli Gazete. Sh: 15) Ve elbette merak ediliyordu: 1- Dersim harekâtı sırasında susan ve bundan bir yıl sonra Atatürk’ün ölümü üzerine Onu “askeri bir deha ve siyasi bir kurtarıcı” olarak alkışlayan (Bak: 16 Kasım 1938 Cumhuriyet) Necip Fazıl’ın, neden 12 sene sonra Dersimlilere acıma duyguları kabarmıştı? 2- O zaman bütün Dersim havalisinin toplam nüfusu, en abartılı tahminlerde bile 45 bin civarında gösterilirken, Necip Fazıl’ın “50 bin” dediği insanları nereden bulup soykırım yapmışlardı? Bütün Türkiye nüfusunun 17 milyonu bulmadığı bir dönemde, coğrafi ve iktisadi zorluklar nedeniyle nüfusun en seyrek olduğu Dersim’de 100 bin kişinin yaşadığını iddia edenlerin konuyu abartıp saptırdıkları sırıtmaktaydı. Çünkü bugün bile, Pertek, Çemişgezek ve Peri gibi Sünni ağırlıklı kazalar dâhil, Tunceli’nin toplam nüfusu 80 bin kadardı. 3- Necip Fazıl, gerçek suçlu olarak Celal Bayar ve Fevzi Çakmak’ı göstermekle; asıl talimatı veren ve dikkatle takip eden şahsın Mustafa Kemal olduğunu ve bu katliam iddialarından dolayı O’nun sorumlu tutulacağını bilmeyecek kadar saf mıydı? İşte Necip Fazıl Kısakürek’in Atatürk’le ilgili yazdığı ve hayatının sonuna kadar bunları yalanladığına rastlanmadığı tespit ve yorumları: Necip Fazıl’ın Atatürk hayranlığı ile Dersim yorumları nasıl bağdaştırılacaktı? Atatürk'ün vefatından sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerle ifade edebileceğimiz yazılar yayınlanmıştır. Her biri kendi içinde değerlendirilmesi gereken yazılardan birisi de, Necip Fazıl Kısakürek’in, Cumhuriyet Gazetesi'nde, 16 Kasım 1938 tarihinde Atatürk'ün ölümünün ardından kaleme aldığı yazıdır. Necip Fazıl, Atatürk'ün vefatından dolayı ne hissettiğini şu şekil de dile getiriyordu: “Bütün dünyada Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk, içtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır. Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir ihtirama (saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa'nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıtalarla ve en büyük mümessillerle Ankara'ya koşmuş olması gösteriyor ki, Garp (Batı), Atatürk'ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman'ın ölüsü karşısında da, hiç bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır. O, Türk'e, hem Türk'ü hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserlerle) büyük nikbinlerden (çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir: Atatürk'ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, Onun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. Birinci vesika; Bir millet için; esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o inanmadı. Bu, Atatürk'ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir. İkinci vesika; Atatürk, başlangıçta Milleti’nin, sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, O’nu ikinci tecellide haksız bulamayacağız. Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk var. Zaman tasnifi ile bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne inkılâpçı Atatürk demek hatıra gelecektir. Atatürk’ün bu iki merhalesini temsil eden cepheleri arasında, bence mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet; asker Atatürk'tedir. Asker sıfatı da O’nu, ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik O'nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden mefkürevi insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir kaçı geçmeyen hakiki millet kurtarıcılarından bir tanesidir. Dehasının sırrı da ne askeri, ne içtimai, ne de aklidir. Aksine laboratuar ilimlerinin çerçeveleyemediği ve aleladelikler (sıradan şeyler), serisinin yanaşamadığı bir heyette ve tamamıyla ferdi ve insiyakidir (fıtri ve manevi bir kabiliyettir). İnkılâpçı Atatürk'e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi ile iki Atatürk'ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk... İnkılâpçı Atatürk, Tanzimat'tan beri Türk Cemiyeti'nin Avrupa medeniyet manzumesine (sistem ve silsilesine) kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi. İkinci merhalenin Atatürk’ü, ıslahatçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşıyacaktır.”[4] Şimdi Necip Fazıl’ı kaynak gösterenlere sormak gerekiyordu: Böylesine duyarlı ve tutarlı bir Atatürk, Dersimde 50 bin masumun katledilmesine nasıl izin veriyordu? Acaba, Atatürk’le ilgili tespitler mi, yalakalık ve riyakârlık için uydurulmuştu; yoksa Dersim’le ilgili sözler mi kasıtlı olarak abartılıp bir kışkırtma amacı taşıyordu? Osmanlı arşivlerinde dersim isyanları “Osmanlı Devleti, 1514, 1534-1535, 1548-1549, 1552-1554, 1578-1590, 1603-1611 1615-1618, 1622-1639, 1723-1727, 1730-1732, 1735-1736, 1821-1823 tarihlerinde Şiiliği ve Aleviliği sürekli istismar eden İran Devleti'yle savaşmak zorunda kalmış; bütün bu savaşlarda, Sünni Osmanlı'nın yerli top tüfek barut üretimi, dışarıdan kışkırtılan kimi Alevi Dersim aşiretleri tarafından, yöredeki madenlere yapılan silahlı baskınlarla, saldırılarla kesintiye uğratılmıştı. Cemal Şener'in yayına hazırladığı Dersim Tarihi'nde yer alan Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine göre: 1729 Aralık: Bazı aşiretler Keban maden bölgesindeki ocakları basmış, beş yüz işçiyi esir alıp eşlerine, çocuklarına mallarına saldırmış; halk evini, işini, köyünü terk edip başka yörelere kaçmaya başlamıştır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 1983) 1732 Mayıs: Dersim'li, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Keban maden bölgesi emekçilerinin köylerini basarak çocuk ve kadınlarını rehin almıştır. (BOA-Cevdet Zaptiye, no 1697) 1733 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Elazığ, Çarsancak, Kığı madenleri yöresinde halka saldırarak varlıklarını yağma etmiş ve kadın çocuk ayırmadan katliam yapmıştır.(BOA -Cevdet Dahiliye, no 16543) 1735 Aralık: Dersim Eşkıyabaşları, Keban madenindeki fırınlarda yakılacak odunların yöredeki dağlardan sağlanmasına engel olmuş ve bir kaç yıl boyunca madende üretimi durdurmuşlardır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 2739) 1743 Ocak: Kimi aşiretlerce Ergani madeninde çalışan emekçilerin ilçe ve köylerine saldırılarak madene gidiş gelişleri engellenmekte ve maden yönetimine saldırılarak üretim felce uğratılmaktadır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 16193) 1745 Temmuz: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Kiğı ve Keban Madenlerinde çalışan madencilerin yollarını kesip soyarak öldürmeye başlamışlardır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 2047) 1751 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Keban madenine gerekli kömürü sağlamakla yükümlü Çarsancak yöresini basarak, köylüleri öldürmüş, mallarını yağma etmiş, köylerini yakmıştır. Keban, Kiğı, Kemah maden Eminciklerine bu çapulculukları önleme talimatı yollanmıştır. (BOA-Cevdet Zaptiye, no 2047) 1761 Temmuz: Ergani madeninde çalışan emekçilerin köyüne saldıran kimi aşiretler tüm evleri yağmaladıkları gibi çocuk ve kadınlara saldırıp ırzına geçmekten sakınmamışlardır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 4520) 1762 Eylül: Alevi Herdi Aşireti, Keban maden işletmesi emekçilerine saldırıp soymuşlardır. (BOA A. E. Dahiliye, no 3120) 1764 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, çevredeki madenlere saldırıp işgal etmiş, işçileri madenden kaçırtmıştır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 3639) 1774 Ekim: Keban ve Ergani madenlerinde devlet egemenliği yeniden kurularak madenlere bağlı kazaların halklarına eski ayrıcalıkları yeniden sağlanmıştır. (BOA -Cevdet İktisat, no 476) 1780 Ağustos: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Güvanlı, Haranlı, Kuvanlı, Zirkanlı, Düçekli, Koçgiri, Keme, Sadili, Güreşli, Benamlı, Bazgelü aşiretleri, maden işletmelerinin bulunduğu Gümüşhane, Kuruçay, Kızucan, Kemah, Gercanis, Çemisgezek, Eğin, Erzincan ve Tercan ilçelerinin madenlerde çalışan emekçi halkına sürekli olarak saldırıp can, mal ve namus güvenliğini yok etmeleri üzerine, maden emekçileri işlerini, evlerini, köylerini bırakıp göçe başlamışlardır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 5657) 1782 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı ve Güvanlı aşiretleri, Madenlerde çalışan Kuruçay (Ilıç), Kiğı, Kızucan ilçe ve köylerini basarak mal ve cana zarar vermişler (BOA -Cevdet Zaptiye, no 1094), Ekim ayında Keban ve Ergani madenilerine saldırmışlardır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 11512) 1787 Mayıs: Dersimli, Şeyh Hasanlı ve Döçek aşiretleri, Keban madenine bağlı Çemisgezek, Çarsancak, Eğin, Gümüşhane, Kemah, Kuruçay, Tercan, Erzincan dolaylarında madenlere ve maden emekçilerine yönelik sürekli saldırılarda bulunmuş, köylerini yakmış, maden emekçilerini toplu göçe zorlamışlardır. (BÖA -Cevdet Zaptiye, no 3484) Elebaşıları bir süre sonra yakalanıp cezalandırılmıştır. (BOA -Cevdet Zaptiye, no 576) 1787 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçek aşiretleri, Keban ve Ergani madenlerine bağlı Çarsancak, Çemisgezek, Sirturuk Karaçor, Herbulut, Çermik, Eğil, Palu gibi bütün sancak ve kazalara saldırmışlardır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 13821) 1793 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Duçekli ve Ovacıklı aşiretleri, Çemisgezek, Çarsancak ilçeleri halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmışlardır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 13821) 1798 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı ve Düçek aşiretlerinin, madenler bölgesinde süregelen adam öldürme, soygun, gasp, yağma, ırza tecavüz, köy yakma eylemlerine karşı önlemler alınmıştır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 15197) Kimi Dersim aşiretlerinin, çevrelerinde bulunan maden işletmelerini baltalama eylemleri, 1801 yılında birden bire kesilmiş, bunlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin Reisleri Padişah III. Selim'e başvurarak, bundan böyle madenlere ve maden emekçilerine saldırmayıp madenlerin korunmasında görev almak istediklerini bildirerek özetle şöyle demişlerdir: 1802 Haziran: "Biz Şeyh Hasanlılar; Padişah'a boyun eğip kulları arasına yazıldık. Bundan böyle madenleri baltalamayacağımıza, Çemişgezek'ten Erzincan'a bütün maden yollarını koruyup güvenliğini sağlayacağımıza; yanımızda yöremizde bulunan köylerde maden için odun kömürü üretenleri, taşıyanları ve maden işçilerini koruyacağımıza söz veriyoruz. Çevremizdeki Kürtlerle diğer aşiretlerden sözümüze aykırı davrananlar olursa Maden Emini'nce cezalandırılsın; sözümüzde durmayacak olursak Maden Emini bizi de görevden alsın. Çarsancak, Çemisgezek voyvodalarına göstermek üzere elimize bir ferman verilmesini dileriz. Buyruk padişahımızındır." (BOA-Cevdet Zaptiye, no 3152) 1809 Ekim: Toplu öldürmeler, ırza tecavüzler, gasp, ilçe ve köy yakma eylemleri, Keban ve Ergani madenlerinde üretimin durmasına yol açmış; Palu, Harput, Çarsancak, Çemisgezek, Eğil, Malatya, Arapkir, Eğin, Keban, Ergani maden yönetimleri saldırganlarla başa çıkamamıştır. (BOA -Cevdet Dahiliye, no 7133) Özetle, Çaldıran Savaşı, 1514'te bitmemiş, değişik zamanlarda, değişik biçimlerde, yüzyıllar boyu süregelmiş, Osmanlı uyruğunda bulunan bazı Alevi Dersim aşiretleri yabancı güçlerin ve Haçlı ülkelerinin kışkırttığı İran’ın desteği ile bu savaşı Sünni Osmanlı'nın o yöredeki madenlerini, yani ordunun top tüfek teminiyle, maliyenin para üretimini baltalayarak isyan etmişlerdir. 1500'lere dek kendi silahını kendisi yapan, dahası yabancı ülkelere silah satarak önemli bir gelir sağlayan; savaşlara sınırsız top, tüfek, barut, gülle ve mermiyle çıkıp düşmanlarının ödünü patlatan Osmanlı, aradan iki yüzyıl geçmeden topunu tüfeğini yabancılardan satın alacak, gülleyi, mermiyi taneyle dağıtacak, cephanesi tükenen askerleri savaştan kaçacak bir duruma düşmüşlerdir. Başlangıçta kendi parasını ülke topraklarından çıkardığı gümüş ve bakırla kendisi basan Osmanlı, maden işkolundaki düşüşle birlikte, para basımında da sıkıntılarla karşılaşmaya başlamış; öyle ki, kimi dönemlerde evlerdeki gümüş bakır vazolar, tepsiler, darphaneye gönderilip bunlardan para basılarak askerin memurun ödentileri bu paralarla yapılır hale gelmişti. Amasya ve Gümüşhane'de çıkartılan gümüşün dışarıdan desteklenen Alevi Dersim aşiret derebeyleri aracılığıyla İran'a kaçırılması, İran'daki 70 darphanenin Osmanlı'dan kaçırılan gümüşle çalışması! Osmanlıdaki gümüş akçe sorununun, düşman güçlerce kışkırtılan Alevi-Sünni mezhep savaşının Çaldıran'dan sonra da başka yol ve yöntemlerle sürdüğünü gösteriyordu. Osmanlı madenleri baltalanmayıp verimli çalışabilseydi, evlerdeki gümüş vazoları, bakır tepsileri darphaneye gönderip gümüş akçe, bakır mangır bastırmaya gerek kalmaz; başka madenler karıştırılarak paranın ayarı bozulmaz; askerler, memurlar ve halk; "biz bu değeri düşük, ayarı bozuk paraları istemezük!" diye ayaklanmazdı. Kimi Dersim aşiretlerinin kendi çevrelerinde işletilen Osmanlı Madenlerini vurduğu yüzyıllarda, bütün bunlar yaşanmıştı. Tophaneler, Baruthaneler, darphaneler; eş deyişle devletin ordusu ve maliyesi gerekli nitelik ve nicelikte madenden yoksun kalınca, devletin bu iki temel direği sallanmaya başlamıştı. Devletin bu doğrultuda 1845-1849 arası, Dersim Ovacık'ta bir askeri kışla yapıp aşiret üyelerini eşit özgür bireylere dönüştürerek aşiret örgütlenmesini dağıtmaya yönelik idari, siyasi girişimleri, aşiret reislerinin tepkisiyle karşılaşacaktı 1851’de gerçekleşen ayaklanmanın bastırılmasından sonra Padişah'a sunulan raporda "üç dört yüzyıldır devlet otoritesinin girmediği" Dersim'de bir kaçı dışında çoğu aşiretlerin silahlarının toplandığı, fakat "yerleşik yaşama geçmelerinin zaman alacağı" bildiriliyordu. (BOA, Drade Meclis-i Vala, no 8431) 1860 sonrası Hozat ve Mazgirt'e birer askeri kışla kuran Osmanlı, yöredeki Ermenilerle işbirliği yapıp gezginci satıcı "çerçi" görünümünde Dersim'e girip çıkan yabancıların bu bölgede fesat çıkarmasını önleyememişti. Dersim'li aşiretlerin çevredeki madenlere saldırıları sürüyordu. Sonunda Osmanlı, yabancılara toprak satışı yasağını kaldıracak; bir türlü verimli işletemediği madenleri 1867-1869 arası yabancılara satmaya başlayacaktı. 1876-1877 Osmanlı-Rus Savası'nda Anadolu'ya giren Rus orduları Dersim aşiret reislerini ayrılıkçı Ermeniler aracılığıyla Osmanlı'ya karsı kışkırtmış; bazı Dersim aşiretleri Erzurum'daki Rus konsolosluğuyla ilişkiye geçerek Hozat ve Mazgirt kışlalarını yıkmış, kimileri de Kemaliye ve Çemişgezek'e saldırmıştı. Trabzon'daki İngiliz konsolosu, Eylül 1878'de kimi Dersim aşiretlerinin Erzincan'daki Osmanlı ordusunun ileri kollarına saldırdığını bildiriyordu. Osmanlı'nın Rusya'ya yenildiği bu savaştan sonra Anadolu'nun doğusunda özerk bir Ermenistan kurulmasına yönelik İngiliz tasarısının 1878 Berlin Kongresi'nde onaylanmasıyla birlikte, Anadolu'da etnik ve mezhepsel ayrışmalar hızlanmış; örneğin Hakkâri'de, İngiliz, Amerikan ve Rus konsoloslarıyla görüşmeler yapan aşiret reisi Şeyh Ubeydullah, Osmanlı'nın Ruslara yenildiğini, gücünün tükendiğini, üstelik gâvurlaştığını söyleyip kendisine bağlı aşiretleri ayrı bir devlet kurmak üzere ayaklandırmıştı. Sultan Abdülhamit, "İttihad-ı İslam", eş deyişle "İslam Birliği" tasarısına sarılarak, doğu Anadolu'da bir Hıristiyan Ermenistan kurulmasını önlemek üzere, 1891’de Sünni Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları oluşturmuştu. Abdülhamid dönemindeki bu hayırlı adımlar, Dersimli bazı Alevi aşiretleri rahatsız ediyordu. 1892'de Erzincan Başsavcılığı ve 1896'da Müşir Zeki Paşa tarafından yazılıp Abdülhamid'e sunulan Dersim raporlarında, yörede devlet egemenliğinin sağlanması için neler yapılması gerektiği sıralanıyor; Dersim'de kimi aşiret reislerinin, Ermenilerin özellikle de Protestan olanlarıyla çok yakın ilişkide olduklarının altı çiziliyordu. 1896'da Dersim aşiretlerinden de Hamidiye Alaylarına asker alınması ve böylece birlik ve beraberliğin sağlanması girişimleri bazı hainlerin tepkisine yol açıyordu. Arifi Paşa'nın 1903, Celal Paşa'nın 1906 tarihli Dersim'in Yeniden Yapılandırılmasına ilişkin raporları, aşiretlerin 1907 ve 1908 isyanlarıyla uygulanamaz olmuştu. 1908'de II. Meşrutiyet Devrimi gerçekleşmiş, fakat 1909'da aşiret düzenini kaldırmaya yönelik devlet girişimi, Dersimdeki 54 Aşiretin 19'unun silahlı direnişiyle karşılaşmıştı. Rus orduları doğu Anadolu'ya girdikten sonra Dersim'e özel görevliler yollayarak “eğer Osmanlı ordusuna saldıracak olurlarsa Dersim'e bağımsızlık vereceklerini” bildirmiş; kimi Dersim aşiretleri Rus önerisini benimseyerek Mart 1916'da saldırıya geçmiş; fakat bu aşiretler, Mayıs 1916'da Osmanlı ordusuna yenilerek teslim olmuşlardı. Ekim 1915'de Osmanlı Birinci Dünya Savaşından yenik çıkacak, İzmir’in Yunan ordularınca işgali üzerine Mayıs 1919'da kurtuluş ve bağımsızlık için savaş başlayacaktı. Sovyet Ermenistan'ıyla imzalanan 1921 Gümrü Antlaşması, Doğu Anadolu'da Büyük Ermenistan tasarılarına son verirken; Dersim'de 400 yıldır Alevi mezhep kimliklerini öne çıkaran, hem fakir-sefil hem de cahil bırakılan Dersim halkını iki arada bir derede bırakan ve “Dede”liği derebeyliğe çevirip sömürü saltanatı kuran bazı işbirlikçi ağalar, Sevr tasarısına umut bağlayan ayırımcı örgütlerce etnik bir kimliğe büründürülerek Ankara'ya karsı kışkırtılacak ve Koçgiri aşiretinin adıyla anılan ayaklanma, Nisan 1921'de bastırılacaktı. Dersim Mebusu Hasan Hayrı Bey, 3 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yaptığı konuşmada, Koçgiri Ayaklanması'nı kışkırtanların Dersim aşiretlerine giydirmeye çalıştıkları etnik kimliği reddederek, bu aşiretlerin çoğunun yüzyıllar önce Horasan'dan gelmiş, süreç içerisinde çeşitli nedenlerle komşu aşiretlerin etkisinde kalarak Kürtçe konuşmaya başlayan Alevi Türkmenler olduğunu açıklamıştı. “Türkiye Köy İktisatı”nda; Dersim'de onlarca köy ve aşirete egemen olan Seyit Rıza ve benzerleri her yıl kendi "Maliye Memurlarını” İstanbul'a göndererek Dersim'den İstanbul'a gitmiş aşiret üyelerini buldurup onlardan bile vergi aldıkları, vermeyenlerin Dersim'de bulunan yakınlarına baskı yaptıkları, sahibi olduğu köylerden gelip geçenlerden "toprak bastı" parası bile alındığı bildiriliyordu. Aşiret üyeleri devlete vergi vermiyor, fakat mecburen aşiret reisi Seyit Rıza gibilerine vergilerini ödüyorlardı. Devlete askerlik yapmıyor, fakat çaresiz aşiret reislerinin çetelerine katılıyorlardı. Devletin okullarına izin verilmiyor, fakat aşiret reisi bazı dedelerin düzmeceleri ve derebeylerinin öğretileriyle beyinleri yıkanmaktaydı. Devletin miras, evlenme, boşanma, mülkiyet hukuku geçersiz; fakat aşiret reislerinin ve dedelerin iki dudağı arasından çıkacak kararlar temyizi olanaksız kesin hükümler gibi uygulanmaktaydı. Dersim halkı bir çaresizlik kıskacı altındaydı. İyi niyetli dedelerin ve samimi Alevilerin ise, korkudan sesleri çıkmamaktaydı. Dersim Ferhatuşağı Aşireti Reisi Diyap Ağa 1900 başlarında İngiltere’nin ve Rusya’nın, Osmanlı’ya karşı isyana kalkışmaları halinde para, silah ve otonomi tekliflerini reddediyor, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’i destekliyor ve Dersim Mebusu olarak Meclis’e katılıyordu. Ama O’nun damadı ve Abasuşağı Aşireti Reisi olan Seyit Rıza, bu günkü PKK’lılar misali, dış güçlerce ve özgürlük vaadiyle beyinleri yıkanan Baytar Nuri ve Ali Şer gibi militan gençlerin propagandalarına kapılıp T.C.’ne baş kaldırıyordu. Oysa daha önce devletle işbirliğine yatkın bir tavır sergiliyordu. Ve sonuçta bir takım çapulcu ve fesatçı aşiretlerin azgınlığı nedeniyle, pek çok masum aşiretler de telef oluyordu. Devletin aşiret üyelerine ekonomik özgürlüklerini kazandırıp aşiret reisine bağımlılıktan kurtarmak için dağıttığı topraklar dahi, aşiret yasaları uyarınca bedelsiz hileli satışlar yoluyla yine aşiret reislerinin malı yapılmaktaydı. Cumhuriyet, 1934'te yürürlüğe giren İskân Kanunu'nun 10. maddesiyle, aşiret reisliğini yasadışı sayarak; bundan böyle aşiretlerin tüzel kişilik sayılmayacaklarını, hiç bir belge ya da hükmünün aşirete tüzel kişilik kazandırmakta kullanılamayacağını; aşiret reislerinin ve derebeylerinin istismar saltanatlarının yıkıldığını, mülkiyetleri hangi belgeye ya da geleneğe dayanırsa dayansın, aşiret reislerinin, aşirete ait ya da aşiret adına diyerek kendi mülkiyetlerinde tuttukları bütün aşiret yapılarını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bu kanunun "Dersim'de uygulanması, Dersim'i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli "Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun'la sağlanacaktı. Türkiye Cumhuriyeti, aşiretlerin “Dersimi”ni, huzur ve refah diyarı "Tunç Eli"ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastaneler, ziraat kurumları, hükümet binaları, adliye teşkilatı, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, artık reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacaktı. Yüzyıllar boyu kendi ailesinin yaşamı için gerekli basit ihtiyaçlarını bile kazanamayan, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan yöre halkı, insanca yaşama şartlarına kavuşacaktı. Dersim’in bu fakir ve cahil durumdan kurtarılması, Atatürk’ün biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün Atatürk tarafından açılacağı söyleniyordu. Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında: "Atatürk Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecekti. O tarihte Seyit Rıza Dersim'in lideriydi. Devlet, Fırat üzerine bir köprü, köprünün başında da bir karakol inşa etmişti. Karakolda 33 askerimiz, başlarında ise İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen bulunuyordu. Köprüye Dersimli isyancılar saldırı düzenliyor, karakol yıkılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyordu. İşte bu olayla isyan başlıyordu. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: "Bu meseleyi kökünden hallediniz" diyerek konuyla yakından ilgileniyordu. 1937 yılında, 21 Mart’ı 22 Mart'a bağlayan "Nevruz" gecesi, aşiret reisi Seyit Rıza, peşine taktığı hatta zorla çetesine kattığı ve tabi dış güçlerin silahlandırdığı çetelerle isyana kalkışıyordu. Tunceli-Erzincan yolundaki köprü yakılıyor, bölgenin telefon hatları kesiliyor, jandarma birliklerine pusu kuruluyor, Pah bucağı karakoluna baskın düzenleniyor, Sin karakoluna hücum ediliyor, Mazgirt Köprüsü yıkılıyordu. İngiliz The Times gazetesinin 16 ve 17 Haziran 1937 günlü sayılarında isyanın "eğitim öğretime karşı koyan", "reformlara direnen" aşiretlerce çıkartıldığı duyurulmuştu. Kürt Teali Cemiyeti üyesi M. Nuri Dersimi tarafından yazılıp 'Dersim Generali Seyid Rıza' imzasıyla, yardım isteğiyle İngiliz Dışişlerine gönderilen mektup, isyan bastırıldıktan sonra İngiliz Dışişlerince Türkiye'ye gönderilerek; "bakın, isyancılar bizden yardım istediler, fakat biz onlara yardım etmedik, bilginiz olsun" deniliyordu. Çünkü İngiltere, büyüyen Hitler tehlikesine karşı, olası bir savaşta Türkiye'yi bu kez karşı cephede değil yanında görmek istiyor ve bu nedenle Türkiye'yi zayıflatıcı etkinliklerine geçici olarak ara vermiş bulunuyordu. Fransa'nın durumu da aynıydı. O günlerde Hitler ve Mussolini'ye karşı Türkiye ile ittifak arayışında olan İngiltere ve Fransa, eğer Dersim isyancılarını destekleyecek olurlarsa Türkiye'yi kaybedeceklerini bildiklerinden; 1800'lerden bu yana ilk kez kendilerinden yardım bekleyen isyancıları yüzüstü bırakmayı çıkarlarına uygun göreceklerdi. Amerika, İngiltere, Fransa ve Komünist Enternasyonal'in bağlı bulunduğu Rusya, Dersim isyanı konusunda birbirinden habersiz fakat biri diğeriyle örtüşen saptamalarda bulunmuşlardı. Hepsine göre sorunun özü; aşiret reislerinin, insan ve yurttaş haklarının gereği olan kurum ve yasaları Dersim'e sokmayarak, aşiret düzenlerini sürdürmek istemesinden kaynaklanıyordu. İster komünist olsun ister emperyalist, sağcısıyla solcusuyla o dönemde kimsenin yadsıyamadığı gerçek buydu. Atatürk, askeri harekât sürerken 1 Kasım 1937 günü Meclis'te yaptığı konuşmada: “Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır” demişti. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan ordusuyla aşiretlerin gerilikçi isyanını bastırmaya çalışırken, aynı anda, isyana katılmayan ya da sonradan teslim olan Dersimli aşiret üyelerine, ailelerini geçindirmeye yetecek büyüklükte toprak tapuları dağıtıyordu. Bütün bunlar, Dersim Harekâtının salt isyan bastırmakla sınırlı bir askeri harekât olmadığını, orada toprak ağalığının ve aşiret yapısının yok edilmesine yönelik bir cumhuriyet devrimi yürütülmekte olduğunu gösteriyordu. Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu harekâta katılıyor, isyancıları havadan bombalıyordu. Sonunda harekâtın ilk aşaması sona eriyor, isyana katılan aşiret reislerinden teslim olanlar ve yakalananlar yargı önüne çıkartılıp suçlu bulunanlar çeşitli cezalara çarptırılıyor, ölüm cezaları 15 Kasım 1937 günü Elazığ'ın Buğday Meydanı'nda yerine getiriliyordu. 16 Kasım 1937 günü Elazığ'a gelen Atatürk, 17 Kasım 1937 günü, artık "Tunç Eli"ye dönüşmüş bulunan Dersime geçecek ve 33 askerimizi şehit eden aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet'in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak; Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaş uygarlık düzeyini aşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyuruyordu. 18 Kasım 1937 günlü Ulus Gazetesi olaya ilişkin şu haberi veriyordu: 16 Kasım 1937 günü, yanında Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları olduğu halde, özel tren Elazığ'a geldi. Günlerden beri Atatürk'ün yolunu bekleyen Elazığlılar, istasyondan şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni düzenlemişlerdi. Genel Müfettiş General Abdullah Akdoğan (şimdi Elazığ Abdullahpaşa Mahallesine adını veren Generaldi), Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden'den beri Atatürk'ü izlemişlerdi. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişliğe gelerek, General Abdullah Akdoğan'dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi edinmişti. Bir süre sonra da Tunceli'ne bağlı Pertek ilçesine hareket etti. Buradan Murat Suyu'nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan "Soyungeç" köprüsüne geldi. Beton köprü gerçekten gösterişli yapılmış, çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorunu halledilmişti. Atatürk, köprünün açılısını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: "Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa “Soyungeç” denmiş. Simdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan sonra 'Singeç' diyelim, demişti.” Dersim harekâtının Haziran 1938'de başlatılan ikinci bölümü, Ağustos 1938'de yabancı ülkelerin Türkiye'deki bütün yabancı ülke askeri ataşelerinin çağrıldığı ve gelip izledikleri "Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları”yla birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleştirilmişti. Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekâtın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938'e dek Dersim'in bütün dağları, dereleri, tepeleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım, adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmişti. 1937'deki birinci evrede olduğu gibi, 1938'deki ikinci evrede de bir yandan isyancılarla çatışılırken, diğer yandan yıllardır derebeylerine ve dedelere köle muamelesi gören yöre halkını özgür çiftçilere dönüştürecek toprak dağıtımıyla bayındırlık çalışmaları sürdürülmekteydi. Ve sonunda, isyan tümüyle bastırılırken, Tunceli'de milli birlik ve dirlik düzeni de tesis edilmişti. İngiliz askeri ateşe Yarbay A. Ross, 5 Eylül 1938 günü gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda, harekâtın sona ermesinden on bir gün önceki durumu İngiltere'ye özetle şöyle bildiriyordu: "Türkler simdi de 3 milyon liralık bir onarım programına girişmiştir. Biri Tunceli'nin batısından, diğeri doğusundan geçip Erzincan'ı Elazığ'a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı oluşturan iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte, 420 km. yol yapılmış ve telefon hatlarına 5.000 km. eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (veya Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik enerjisi de elde edileceğini söylemiştir. Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesinin ilerde 'ikinci bir İsviçre' haline getirilmesi de hedeflenmiştir. Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Türkiye'yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelleyecektir." Bu son cümle, İngiliz gâvurunun Tunceli’de gerçekleşen huzur ve onarımdan rahatsızlığını da deşifre etmektedir. İsyana, sayıları elli dolayında olan aşiretlerin tümü değil, en çok üçte biri katılmıştı. İsyancıların çoğu, isyana katılmayıp, devletin yanında yer alan Dersimliler tarafından aranıp bulunmuş, yakalanıp öldürülmüş, ya da sağ olarak güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Dersimliler isyancıların saklandıkları yerlerin aranıp bulunmasında güvenlik güçlerine kılavuzluk etmişlerdi, devlet, bu isyanı, ezici çoğunluğu isyana katılmamış olan Dersimsilerle birlikte bastırmıştı. Devlet, ister isyan etmiş olsun, ister devletin yanında yer almış olsun, bütün aşiret reislerini aileleriyle birlikte başka illere yerleştirerek, Tunceli köylülerine toprak dağıtıp yerleşik çiftçiliğe ve eşit vatandaşlık bilincine yönlendirmişti. Devlet için sorun etnik veya mezhepsel değil, toplumsaldı; amaç isyancı ve başıbozuk aşiret yapılanmasının çözülmesiydi. Cumhuriyet tarihinin aşiret ayaklanmaları dönemi 16 Eylül 1938 günü sona eren ikinci harekâtla birlikte kapanacak ve Atatürk, hasta yatağında yazdırıp 1 Kasım 1938 günü Meclis'te okuttuğu açış söylevinde: “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman, zaman aşırı bir duruma giren Tunceli'deki toplu haydutluk olayları, belli bir program içindeki çalışmaların sonucu olarak, kısa bir zamanda ortadan kaldırılmış, o bölgede böyle olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır." [özcesi: “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”] dedikten 10 gün sonra, bizlere iç ve dış barışı sağlayacak yolu açmış, medeniyet yarışında potansiyeli yüksek bir Türkiye bırakarak, hayata veda etmişti. Aradan 74 yıl geçti. Kimi aşiret reislerince, 'Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi' adı altında, Barzanilere bağlı, ırk ayırımı güden gizli partinin kurulduğu 1965’lerden bu yana, adım, adım bu bölücü partinin görüşlerini sol kesime, sanki sosyalist değerlendirmelermiş gibi şırınga etmeyi deneyen birileri, son kırk yıldır Seyit Rıza'nın devrimci bir önder olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 1937-38'de Dersim'de soykırım yaptığını savunarak, bu görüşleri işleyen kitaplar yayımlanmakta; Avrupa Parlamentosu'nda "Dersim Soykırımı" konulu konferanslar düzenlenmekte; dahası, devletin Dersim'de zehirli gaz kullandığını söyleyenler bile çıkmaktadır. Oysa Türkiye'nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi olmadığı gibi, yabancı ülkeler de Türkiye'ye zehirli gaz satışına Dersim harekâtından yıllar sonra başlamışlardı. 1937-1938 Dersim isyanına katılanlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin, yüzyıllar boyu madenlere saldırarak, sayısız maden işçisini topluca öldürdükleri, onlar madende çalışmaktayken köylerini basıp savunmasız kadınlarını, çocuklarını topluca katlettikleri, ırzlarına tecavüz ettikleri, köylerini yakıp mallarını yağma ettikleri, paralarını ve ziynet eşyalarını alıp gittikleri dönemin Osmanlı Arşiv Belgeleriyle kanıtlı bir gerçektir. Yani Atatürk’ün Dersim’e devlet müdahalesi kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmişti. “Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir” diyen Atatürk, bu gibi durumlarla karşılaştığında söyle demiştir: “Şaşarım akl-ı perişanına, ahmakın Devlete hain olursun; yoksa ahlakın”[5] Dersim üzerinden devleti tahribata yönelen, ucuz kahramanlık ve sahte duyarlılık sergileyip merhamet havarisi kesilen AKP milletvekillerinin, bu olayları incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurulması önergesini Mecliste reddetmesi ise, bunların samimiyet ve cesaret ayarlarını ortaya koymaktaydı.

No comments:

Post a Comment