Saturday, January 21, 2012

Kur'ân Kimin Sözü?

Kur'ân Kimin Sözü? Kur'ân-ı Kerîm Allah tarafından Hz. Peygamber'e (s.a.v.) vahiy adı verilen özel bir iletişim aracı ve Cebrail isimli melek aracılığıyla gönderilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisine Kur'ân gelmeden önce Mekke'de, tanınmış bir ailenin çocuğu olarak kırk yıl yaşamıştı. Onun ahlâkı, kişiliği ve konuşma şekli (dili, üslûbu) toplumu tarafından bilinmekteydi. Kur'ân gelmeye başlayınca onu şartlanmamışlık içinde okuyanlar, "Bu Muhammed'in sözü değil!" dediler; çünkü daha önce iyi bildikleri "onun dili" ile arasında önemli farklılıklar vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra da -Kur'ân'ı tebliğ etme ve okuma dışında- konuştu; onun sözleri hadîsler olarak elimizdedir. Arapça bilenler, Kur'ân dili ile hadîslerin dilinin ne kadar farklı olduğunu hemen anlarlar. Kırk yıl toplumun en saygın, dürüst ve güvenilir ferdi olarak yaşamış bulunan Hz. Peygamber (s.a.v.) birgün, Allah'tan gelmeye başlayan bir kitabın ilk âyetlerini okuyor ve "Bunu bana Allah vahyetti" diyor. O güne kadar bir kere bile yalan söylediği görülmemiş bir zâtın, bu beyanı, ilk mü'minler tarafından tereddütsüz kabûl ediliyor. İnanmayanlar ise -dil farkını bildikleri ve anladıkları için- ona büyü yapıldığını, aklını yitirdiğini veya bir başkası tarafından bu sözlerin (farklı üslûp ve muhtevâdaki sözlerin) kendisine öğretildiğini iddia ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) bu iddialara karşı ömrünün sonuna kadar direndi, mücadele etti. Kur'ân'ın Allah'tan geldiğini ısrarla açıkladı, bunun böyle olduğunu ispat etmek üzere çeşitli yöntemler kullandı: Allah'ın lütfu ve yaratması ile mûcizeler gösterdi, "Kur'ân benim (sizin) gibi bir beşerin sözü ise siz de benzerini söyleyin" diyerek meydan okudu, inkârcılara devamlı Kur'ân'ı okumalarını, üzerinde düşünmelerini, bunu yaptıkları takdirde onun Allah'tan geldiğini anlayacaklarını söyledi. Bu çabalar meyvesini verdi, birçok insan ona inandı ama o günden bugüne inanmayanlar da oldu. İnanmayanların bir kısmı edebini korudu, başkalarının inanç ve hassasiyetlerine karşı saygılı davrandılar, bir kısmı ise bunu da yapamadılar/yapmadılar; edepsizce saldırdılar, inananları rencide edecek sözler söylediler. Son günlerde derginize gönderilen bir yazı, ikinci gruba giren (saygısız, edepsiz) inkârcılardan birine ait. Bu şahıs kendine göre Kur'ân'da yanlışlar ve çelişkiler bulmuş, bunlara dayanarak da "Kur'ân'ın Allah'a değil, Muhammed'e ait olduğu" sonucuna varmış. Aslında kendisi Allah'a da inanmıyor. Yazının üslûbuna bakıldığında anlaşılıyor ki, inkârcı, niçin inanmadığını değil, mü'minlerin nasıl olup da böyle bir kitaba inanabildiklerini sormak, daha doğrusu onları bu yüzden sorgulamak ve kınamak için yazıyor; "1400 yıl önceki bedevîler inanabilirlerdi ama bugün, bu akıl ve bilim çağında yaşayanlar nasıl inanabilirler?" demek istiyor. Bana göre en temel bilgilerden mahrûm olan bu inkârcının yazdıklarını ciddîye almak ve cevap vermek gerekmezdi ama, dergi yöneticileri "Aynı şeyleri başka yerlerde de yazar ve söyler, yazanlar ve söyleyenler var, bunları okuyup işin aslını bilmedikleri için etki altında kalabilecekler bulunur, bunlar için cevap vermeye değer" dedikleri için, kısaca cevap vereceğim. İnkârcı sözü çok uzattığı için onları aynen nakletmeyecek, özetleyecek, sonra cevabını yazacağım. SORU 1: Kur'ân Allah'tan gelseydi onda çelişkiler bulunmazdı, halbuki böyle değil, çelişkiler var. Başta Fâtiha sûresi olmak üzere birçok sûre ve âyette konuşan Allah değil, Peygamber veya başkalarıdır. Meselâ Fâtiha'da "Yalnız sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz" deniyor, bunu Allah demeyeceğine göre Kur'ân da onun sözü değildir... CEVAP 1: Bir milyar insanın iman ettiği bir dîni ve onun kitabının Allah'tan geldiğini inkâr eden birinin daha bilgili ve sağlam kanıtlı olmasını bekleyenler bu ilk itiraz örneği karşısında şaşırmış olmalıdırlar; evet inkârcı aynen böyle düşünüyor. Bilmiyor ki, Allah Kur'ân'da böyle konuşuyor; geçmiş olayları (kıssaları) anlatıyor, insanlar arasında geçen konuşmaları, peygamberlerle inkârcılar ve iman edenler arasında cereyan eden diyalogları naklediyor, mü'minlere nasıl dua edeceklerini, nasıl sözleşme yapacaklarını anlatıyor, kendisini tanıtıyor ve bunu yaparken kimi zaman "o", kimi zaman "ben", kimi zaman "biz" diyor; bütün dillerde ve özellikle Arapça'da bu anlatım şekli biliniyor ve bütün bunları kendisi söylediği, vahyettiği için de "Kur'ân'ın Allah kelâmı olması yönünden" ortada bir çelişki bulunmuyor. SORU 2: Kur'ân'daki sayısal hatâlar: Kur'ân'da bol miktarda sayısal hatâlar da bulunmaktadır. Allah (varsa eğer), basit aritmetik işlemlerde bile hatâ yapamayacağına göre (Ne de olsa kâinatı yarattığına inanılıyor, yani bilgisi her konuda yüksek olmalı...), bu hatâları Kur'ân'ın yazarı olan ve hesap yapma kâbiliyeti olmayan Muhammed'in yaptığı anlaşılmaktadır: Cennet ve dünyayı yaratmak kaç gün aldı? A'raf/7:54. "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!" Yunus/10:3. "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istivâ eden Allah'tır. O'nun izni olmadan hiç kimse şefâatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır. O halde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz!" Evet, yukarıdaki âyetlerin tümünde, yerin ve göğün altı günde yaratıldığı söyleniyor. Halbuki aşağıdaki âyetlerdeyse yer ve göğün sekiz günde yaratıldığı anlaşılıyor ki, bu âyetlerle yukarıdaki âyetler bir çelişki içindedir. Fussılet/41:9. "De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir." Fussılet/41:10. "O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti." Fussılet/41:12. "Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir." Hesap edelim: 2 gün (yer) + 4 (gıdaların oluşumu)+ 2 (gökler)= 8 gün (6 değil!) CEVAP 2: Yerin ve göklerin altı günde yaratıldığını bildiren âyetlerden sonra bunlarla çeliştiğini söylediği "Fussılet" sûresinin âyetlerini sıralarken sapla samanı birbirine karıştırıyor sonra da -ilkokul öğrencilerinin bile yapmayacağı birşeyi yaparak- elmalarla armutları topluyor. Evet Allah Teâlâ yeri ve gökleri altı günde yarattığını söylemiştir, ancak bizim bildiğimiz "gün", güneş sistemine, yerin ve göklerin yaratılmış olmasına bağlı bulunduğundan, yaratmanın süresini bildiren "gün" kelimesine aynı mânâyı veremeyiz; bu sürenin miktarını Allah bilmektedir. Bizim buradan çıkaracağımız sonuç, yerin ve göklerin yaratıldığı ve birden değil, belli bir süre içinde var edildiğidir. Yaratmanın süresini bildiren günlerde "Sizin günlerinizden altı günde" ifadesi yoktur. Fussılet sûresinde geçen günlere gelince: a) 9. âyette "yerin iki günde yaratıldığı" ifade edilmiştir. Yer ve gökler altı günde, bunlardan yalnızca yer iki günde yaratılmış; bunda bir çelişki yok. b) 10. âyette yaratmadan değil, gıdaların takdir edilmesinden sözediliyor, ortada bir çelişki yoktur; yer iki günde yaratılmış, dört günde gıdalar takdir edilmiştir; yani yeryüzünde yaşayacak canlıların gıdalarının burada nasıl yetişeceği, elde edileceği, üretileceği kurallara bağlanmıştır. c) 12. âyette yine yerin ve göğün iki günde yaratıldığı söylenmiyor ki çelişki bulunsun. Burada açıklanan "yedi gök"tür. Yedi göğün de yaratılmasından değil, "yedi olarak hükme bağlanmasından" sözediliyor, yaratma mânâsına gelen "halaka" kelimesi değil, "hükme bağlamak, takdir etmek" mânâsına gelen "kadâ" fiili kullanılıyor. Yani Kur'ân'ın hiçbir yerinde, göklerin ve yerin altı günden daha fazla veya daha az zamanda yaratıldığını söyleyen bir âyet yoktur. Fussılet âyetleri yerin iki günde yaratıldığını açıkladığına göre, geriye kalan dört günde de gökler yaratılmıştır. Göklerin yaratılması dört gündedir, bunun iki günü göklerin yedi gök olarak tasarlanıp düzenlenmesine ayrılmıştır, yaratılmasına değil. Çelişki Kur'ân'da değil, elmalarla armutları toplayanların kafasındadır. SORU 3: Muhammed'in ya hesabı zayıftı, ya da Kur'ân'ı yazdırırken daha önce ne söylediğini unutuyor ve böylece çelişkili âyetler oluşturuyordu. Kur'ân'daki miras hukukunda sayısal hatâlar: Kadınların cenaze namazı kılıp kılmaması konusunda bile büyük eksikliklere sahip olan Kur'ân'da, miras konularına nedense büyük yer ayrılmış ve bu konuda çok detaylı âyetlere yer verilmiştir. Aşağıdaki âyetler, "miras" hukuku ile ilgilidir. Bu âyetlere göre hesap yapıldığında, mirasçılarda, "sona kalan dona kalmakta"dır; çünkü mirasın payları toplandığında, toplam, mirastan "fazla" olmaktadır! Önce âyetlere bakalım... Nisâ/4:11, 12, 176... Varsayalım ki, bir adam öldü ve geride üç kız evlât, bir ana, bir baba ve eşini bıraktı. Yukarıdaki âyetlere göre miras paylaşımı şöyle olacaktır: Üç kız evlâda mirasın 2/3'ü, ana ve babanın her birine 1/6, karısına 1/8 kalacaktır. Bu durumda matematik yapalım: (2/3)+(1/6)+ (1/6)+ (1/8) = 1.125 bulunur! (1.0 olması gerekirdi!..) Yani miras paylaşıldığı zaman her bir mirasçının aldığının toplamı, mirastan fazla çıkmaktadır!.. Allah miras paylaşımında böyle büyük bir hesap hatâsı yapamayacağına göre, âyet Allah'a ait olamaz, Muhammed'e aittir... Hesap bilmeyen Muhammed'e... Bir diğer örnek verelim: Bir adam ölür ve geride anası, karısı ve iki kızkardeş kalır. Kur'ân'ın yukarıda verilen ilgili miras âyetlerine göre; anaya mirasın 1/3'ü, karısına mirasın 1/4'ü, iki kızkardeşe de toplam 2/3'ü kalacaktır. Hesap yapalım: (1/3)+(1/4)+(2/3) = 15/12 = 1.25!.. Burada da, miras paylaşılıyor, paylar toplanınca, mirastan daha büyük, %25 daha büyük çıkıyor!.. Allah -varsa eğer- bu kadar hesap bilmez olabilir mi? Bu yanlış paylaşım oranları ile dolu âyeti Allah gönderemeyeceğine göre, Muhammed kendisi yazmış olmaktadır... CEVAP 3: (İnkârcının itiraz ve kanıtlarını aktarma zorunluluğu sebebiyle bu satırları aktarırken bile duygularım incinmiştir.) Saygısız inkârcıya göre miras âyetlerinde belirtilen paylar hesapsız belirtilmiştir, bu yüzden uygulamada miras paylardan az olabiliyor ve bir kısım (sona kalan) mirasçılar pay alamıyor; bunu da Allah yapmayacağına göre... Bu Amerika'yı yeniden keşfettiğini zanneden bilgisiz inkârcıya hemen bildireyim ki, ortaya koyduğu mesele İslâm'ın ilk devrinden beri bilinmektedir; maksat anlaşılmış, çözüm oluşturulmuş, buna göre uygulama yapılmış ve hiçbir mirasçı mahrûm bırakılmamıştır. "Payların mirastan fazla geldiği" ifade ve düşüncesi bilgisiz inkârcıya aittir, doğrusu ise payların, mirastan değil, hesap gereği olarak paydalar eşitlenince paydadan fazla olabildiğidir. Böyle bir "mirasçılar tablosu" karşımıza çıktığında çözüm, paylar toplamının payda olarak alınmasından ibarettir, çok eski zamanlardan beri bilinen bu hesaplama usûlüne "avl" denmektedir. Verilen birinci örneğe göre uygulama şöyle olacaktır: Paylar toplamı 27 olduğuna göre payda da 27'ye çıkarılacak, miras 24'e değil, 27'ye bölünecek ve her bir mirasçı, Kur'ân'da belirtilen payını, 27'de 16, 4, 4, 3 olarak (bu oranlarda) alacaktır. Belki sonradan aklına gelir veya birilerinin kitabında okur diye hemen söyleyelim: Bazen de payda, paylar toplamından fazla olabilir, bu duruma "reddiyye" denir, çözümü de artan payın, karı ve koca dışındaki mirasçılara yine âyetlerde bildirilen oranlarda paylaştırılması şeklindedir. Bu çözümler kısmen hadîslere, kısmen de ictihada dayanmaktadır. İslâm'ın kaynağı da yalnızca Kur'ân değil, aynı zamanda -ona aykırı olmayan, onun maksadını ve delâletini esas alan- sünnet ve ictihaddır. Kadınların cenaze namazı kılıp kılmayacakları konusunda Kur'ân'da eksik açıklama yoktur; çünkü Allah, Kur'ân'da dînin bütün kurallarının ve hükümlerinin detaylarını açıklamayı murad etmemiştir. Kur'ân'da açıklanmayan hususların bir kısmı sünnette açıklanır, diğer kısmı da ictihada bırakılmıştır. Kadınların cenaze namazı kılmaları konusu yeni bir konu değildir; Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında da kadınlar vardı, insanlar ölüyordu ve cenaze namazı kılınıyordu. Bugün bir problem varsa bu, dindeki eksiklikten değil, din karşıtlığını cenaze namazlarına kadar taşımak isteyen bazı bağnaz kadınların davranışlarından kaynaklanmaktadır. SORU 4: Allah'ın 1 günü 1000 yıl mı, 50.000 yıl mı? Kur'ân'daki bazı âyetlerde Allah'ın bir gününün kaç dünya yılına eşdeğer olduğu konusunda da çelişkiler bulunmaktadır: Hacc/22:47. "(Resûlüm!) Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah va'dinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." Secde/32:5. "Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O'nun nezdine çıkar." Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın bir gününün dünyanın 1000 yılına denk olduğu söyleniyor. Halbuki aşağıdaki âyette ise, Allah'ın bir gününün dünyanın 50.000 yılına denk olduğu ifade ediliyor: Meâric/70:4. "Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar." Peki, bunlardan hangisi doğru? Bu birbiriyle çelişen âyetlere göre, Allah'ın bir günü, dünyanın 1000 yılına mı, 50.000 yılına mı eşdeğer? Bu hatâyı Allah yapmış olabilir mi, yoksa, Kur'ân'ı Muhammed mi yazdı? CEVAP 4: İnkârcı yine hesabı şaşırdı; çünkü anlamak ve anlatmak için değil, peşin hükmünü tekrarlamak ve başkalarına telkin etmek için yazıyor. Bir gün bin yılınıza denk düşer diyen âyeti lügat mânâsıyla alıp hiçbir yorum yapmazsak, Allah'ın katındaki bir günün bizdeki bin yıl kadar bir süreye eşit olduğunu anlarız. Gün (yevm) kelimesini dünya düzenine ait süre mânâsında (böylece sözlük mânâsında) almaz da mecaz olarak alırsak kelimenin mânâsı "uzunca bir süre" olur. Kelimelerin hakikat ve mecaz mânâlarıyla kullanılması her dilde vardır ve iki mânâ arasında çelişkiden sözedilmez. Burada kelimeyi mecaz mânâsıyla almamız gerekir; çünkü Allah'ın zamanla ilişkisi yoktur; O, mekân ve zamandan münezzehtir, ezelî ve ebedîdir. "Allah katında gün", Allah'ın günü anlamına gelmez; çünkü O'nun günü yoktur, buna göre âyetin mânâsı şudur: Sizin gününüz ve buna göre belirlenmiş süreleriniz var, bunları olduğu gibi alıp Allah'ın vaadlerini buna göre hesaplamayın, "Şu gecikti, bu erken geldi" demeyin; "erken ve geç"in size göre mânâsı başkadır, Allah'a göre başkadır, günün size göre süresi başkadır, Allah'ın vaadine göre süresi başkadır. Günün elli bin yıl olarak ifade edildiği âyete gelelim: Bu âyette "Allah katında bir gün, sizin elli bin yılınızdır" demiyor ki, yukarıda meâli verilen "bir günü bin yıldır" sözü ile çelişkili olsun. Burada âyet (70/4) şöyle diyor: "Melekler ve rûh O'na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir." Burada "Allah katındaki bir günün miktarı nedir?" sorusuna cevap verilmiyor, "meleklerin ve rûhun Allah katına yükselmelerinin süresi" açıklanıyor ve bu sürenin de "elli bin yıla denk düşen bir gün" olduğu bildiriliyor; bu âyette geçen gün, Allah katındaki -vaadlerin gerçekleşmesi ile ilgili- gün değil, meleklerin ve rûhun O'nun katına yükselmelerinin zamansal süresi ile ilgili bir gündür. Gün kelimesi farklı bağlamlarda ve farklı mânâlarda kullanılınca bundan çelişki sonucuna varılamaz, günün Kur'ân'da hangi mânâlarda kullanıldığı bilgisine ulaşılır. Eğer Kur'ân'da, "Allah'a göre bir gün sizin bin yılınızdır", "Allah'a göre bir gün sizin elli bin yılınızdır." şeklinde iki cümle bulunsaydı o zaman çelişkiden söz edilebilirdi. Böyle çelişkili iki ifade Kur'ân'da yoktur. SORU 5: Kur'ân'daki çelişkilerden biri de, "cennet" sayısıdır. Bir tane mi cennet var, yoksa, birden çok mu cennet var? Muhammed Kur'ân'ı yazdırırken bu konuya pek dikkât etmemiş... Bazen tekil, bazen çoğul ifade kullanmış... Bu da, Kur'ân'ın, Allah'ın kelâmı değil, fakat Muhammed'in kelâmı olduğunu gösteriyor. Âyetlere bakalım: Zümer/39:73. "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler... Fussılet/41:30-32, Hadîd/57:21, Nâziât 79:40-41. Yukarıdaki âyetlerde "cennet" tekil olarak yazılmış... Yani bir "adet" cennet anlamında... Halbuki aşağıdaki âyetlerdeyse tam tersi yazılmış: Cennet değil, ama "cennetler"den sözedeliyor: Kehf/18:30-31. "İyi hareket edenin ecrini zâyî etmeyiz. Doğrusu, inanıp yararlı iş yapanlara, işte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel yaslanacak yer!" Ayrıca bak. Hacc/22:23; Fâtır/35:33; Nebe'/78:31-34. Hangisine inanacaksınız? Kur'ân, Allah'ın -varsa eğer- kelâmı olsa idi, böyle yanlışlar yapar mıydı? Ama Muhammed'in kelâmı olunca, bu tip yanlışları yapmış Muhammed. CEVAP 5: Kur'ân âyetleri ve hadîsler okunduğunda cennetin birçok bölümden oluştuğu ve her bir bölümün "cennet" genel adı içinde anıldığı gibi "Adn, Firdevs" şekillerinde özel adlarıyla da anıldığı anlaşılmaktadır. Ortada hiçbir çelişki yoktur. Anadolu vardır, Kuzey, Güney... Anadolu vardır; bunlar böyle ifade edilince aklı başında birisi çıkıp da Anadolu bir mi, çok mu demez, bu sözde bir çelişki aramaz. SORU 6: Kur'ân'a göre dağlar depremleri önlemek için(miş)... Tüm dünyada zaman zaman depremler oluyor. Müslüman olmayan topraklar, Müslüman olan topraklar demeden, dünyanın belirli bölgelerinde depremler oluyor. 1999 yılının 17 Ağustos ve 12 Kasım günlerinde de Türkiye'de olan depremlerde onbinlerce kişi öldü, milyarlarca dolar maddî kayıp oluştu. Peki, niye deprem oldu? Muhammed'in Kur'ân'ında, deprem olmasın, insanlar sallanmasın diye, Allah'ın dağları yarattığı yazmıyor mu? Bu bilimsel (!) gerçeğe rağmen, niye deprem oluyor? Enbiyâ/21:31. "Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik; rahat gidebilsinler diye aralarında geniş yollar var ettik." Nahl/16:15-16. "Yeryüzünde, sarsılmayasınız diye, sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Lokman/31:10. "Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir." İrdeleyelim: 1) Allah, yarattığı dağlarda imalât hatâsı yapmıştır. Dağlar, yeterince ağır olmamıştır, onun için yerin sallanmasını önleyemiyor... Allah kendisine verilen işi iyi yapmıyor... (Tevbe, tevbe... Estağfirullah...) 2) Muhammed, palavra atmıştır... Her konuyu bilen (!), tüm zamanlara (!) hitabeden Kur'ân'ın Muhammed'in kelâmı olduğu bir kez daha anlaşılıyor... CEVAP 6: Edepsiz inkârcı, içindeki çirkin, karmaşık, kara duyguları dışa vuran ifadelerle Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e (s.a.v.) sataşmaya devam ederek deprem konusuna geliyor. Onun anladığına göre Kur'ân, "dağların, depremleri engellemek için yaratıldığını" söylüyormuş, halbuki depremler oluyormuş, şu halde ortada bir tutarsızlık varmış... İşin doğrusu şudur: Kur'ân'da, "Dağlar, deprem olmasın diye yaratıldı" denilmemiştir, bu meâlde bir âyet yoktur. Dağların "direk ve kazık" olduğu ve insanların yeryüzünde devamlı sallanmadan ve sarsılmadan yaşamalarını sağladığı ifade edilmemiştir. Bugün bilim adamları da dağların, yeryüzünde bir denge unsuru olduğunu, balans sağladığını tesbit etmişlerdir. Eğer dağlar olmasaydı devam eden oluşumlar ve yer hareketleri yüzünden altımız durmadan sallanırdı ve bizler de devamlı sarsılırdık; dağlar depremi değil işte bu olayı engelliyor, Kur'ân da bunu ifade ediyor, hiç deprem olmayacağını söylemiyor. SORU 7: Yıldızlar neden yaratıldı? Kur'ân'a göre yıldızların neden yaratıldığı da, her zamanki "bilimsellik" (!) ile açıklanıyor. 1500 yıl öncesinin Bedevî'si belki kanardı ama 1998 yılının insanı için bir masaldan ibaret: Mülk/67:5; Sâffât/37/6; 37/7; 37/8-9. CEVAP 7: İşaret edilen âyetlerde yıldızların güzel görünüşleri ile bazı manevî fonksiyonlarından sözediliyor. Başka âyetlerde yıldızların daha başka faydaları da açıklanmıştır. Yıldızlardan şeytanın ve cinlerin, bir nevi silâh ile kovulması, tevilsiz ve yorumsuz alındığında fizik ötesi bir olaydır, bilimin sınırı dışında kalır, bilim böyle bir olay için ne "olmuştur" der, ne de "olamaz" der. Mü'minler buna inanırlar, nasıl olduğunu da bilmezler, bunun (gaybın) bilgisi Allah'a aittir. SORU 8: Hristiyanlar cennete gidebilir mi? Kur'ân'daki âyetlerden Bakara/2:62 ve Mâide/5:69'a göre "evet", gidebilirler. Ama yine Kur'ân âyetlerinden Mâide/5:72 ve Âl-i İmrân/3:85'e göre ise "hayır", gidemezler. Demek ki, bu konuda da Kur'ân'da çelişki vardır. CEVAP 8: Hayır, Kur'ân'da çelişki yoktur; çelişki bazı kafalardadır. Kur'ân'ın cennete gireceklerini bildirdiği Yahudîler ve Hristiyanlar ile cehenneme gireceklerini bildirdikleri arasında fark vardır. Allah'a şirk koşmadan, Allah'ın bildirdiği dinlerine göre yaşayan ehl-i kitap (Yahudîler ve Hristiyanlar) cennete girecekler, şirke düşenler, "İsa Allah'ın oğludur..." diyenler, kendi dinlerine göre zulmedenler, haram yiyenler cehenneme gireceklerdir. Nitekim Müslümanlar da böyledir; iman ve salih amel sahipleri cennete, günahkârlar ise cehenneme gireceklerdir. Bunun böyle olduğunu bildiren âyetler arasında çelişki yoktur, birbirini tamamlama, konuyu bütünüyle açıklama ilişkisi vardır. SORU 9: Nuh'un ailesine "Tufan"da ne oldu? Nuh'un ailesinin tufanda başına gelenler, Kur'ân'ın ayrı âyetlerinde ayrı şekilde hikâye edilmektedir. Kur'ân'ın Enbiyâ/21:76 âyetine göre, Nuh'un ailesi kurtulur. Sâffât/37:77, soyunun devam ettiğini söyler. Halbuki âyet Hud/11: 42-43 ise Nuh'un oğlunun tufanda boğulduğunu söyler. Hangisine inanacaksınız? CEVAP 9: Biz ikisine de inanıyoruz ve aralarında hiçbir çelişki bulmuyoruz. Hz. Nuh'un ailesi içinden -oğullarından biri gibi- ona uymayanlar, sözlerini dinlemeyenler vardı, bir de ona uyanlar ve itâat edenler vardı. İtaat edenler kurtuldu, etmeyenler boğuldu; mesele bu kadar basit. SORU 10: İnsan "ne"den yaratıldı? İnsan, "yaratıldı" ise, "ne"den yaratıldı? Önemli bir soru... İslâmcılar ile bilimciler farklı görüşteler... Bakalım, Kur'ân'da bu konuda neler yazıyor? Okuyunca aklınız karışacak, çünkü Kur'ân bu konuda farklı şeyler söylüyor. Diğer bazı konularda olduğu gibi, bunda da çelişkili ifadeler var. Ne kadar çok çeşitli maddeden yaratıldığını söylüyor insanın, Kur'ân... Bu kadar değişik ve akıl karıştıran ifadelerin, Allah'ın -varsa eğer- kelâmı olması mümkün mü? Yoksa Muhammed'in kelâmı mıdır? "Kan pıhtısı"ndan (96:1-2), "su"dan (21:30, 24:45; 25:54), "toprak"tan (15:26, 3:59, 30:20, 35:11), "hiç"ten (19:67, 52:35), "nutfe"den (16:4) ve de "meni"den (75:37). CEVAP 10: İnsanın neden yaratıldığı konusunu açıklayan âyetlerde çelişki yok, bir gerçeğin aşamalarının farklı bağlamlar içinde açıklanması var. Bunlar biraraya getirilip sâlim kafa ile düşünüldüğünde aralarında bütünlük olduğu görülür. Evet, Allah yaratılanları "hiçten" yaratmıştır, yok iken var etmiştir. Yok iken var ettiği "toprak"tan, onun da "özel bir nevi çamur"undan insanı yaratmıştır. Bu ilk insandır, ondan sonraki insanları "su"dan; yani "meniden" yaratmıştır. "Alâka"nın "Kan pıhtısı" şeklindeki çevirileri yanlıştır, doğrusu "rahime asılmış embriyo"dur, evet insanın yaratılış aşamalarından biri de budur, "alâka"dır. Ortada hiçbir çelişki veya tutarsızlık yoktur. DİĞER SORULAR: İnkârcının takıldığı iki nokta daha var, bunları özet halinde verip kısaca cevaplamak istiyorum. a) Yazın sıcağının, kışın soğuğunun cehennemden olduğunu bildiren bazı rivâyetlerden (hadîslerden) yola çıkarak konuyu alaya alıyor. Bize cenneti, cehennemi, âhireti anlatan metinler müteşabihtir; asıl anlamları tarafımızdan anlaşılamaz, çünkü âhiret ayrı bir varlık boyutudur; oradaki eşyayı, varlıkları bu dünyanın kelimeleri ile anlamak mümkün değildir. Kullar bir fikir edinsinler diye cennetten, cehennemden, sırattan, mizandan bahsedilmiş; ancak bunların dünyadakilerden farklı, bambaşka şeyler oldukları da bildirilmiştir. Yazın sıcağı ve kışın soğuğunun cehennemin sıcaklık ve soğukluğu, nefes alıp vermesi ile ilişkilendirilmesi tamamen mecazî ve temsilî bir anlatımdır. Amacı da insanlara cenneti ve cehennemi hatırlatmak, dünya hayatlarını sorumluluk içinde yaşamalarını sağlamaktır. b) Cinler ve şeytanların görünüp görünmemeleri, beslenmeleri, insanlarınkine benzer organ ve nesnelerle ilişkileri konusu: Genel olarak (sıradan) insanlar cinleri ve şeytanları göremezler. Geçmiş Peygamberler zamanında, özellikle Hz. Süleyman döneminde istisnaî olarak hem görülmüşler, hem de istihdam edilmişlerdir. Aynı şekilde Peygamberimiz de (s.a.v.) -istisnaî olarak- onları görmüş, konuşmuş, yakalamış, bağlamış ve çözmüştür. O bir peygamberdir, mûcizelerle donatılmış ve desteklenmiştir. Bütün bunlar arasında bir çelişki yoktur. Bilimsellik konusuna gelince, tabiat bilimlerinin konu ve yöntemleri cin konusunu incelemeye uygun değildir, bu konu bilimin dışında kalmaktadır (Bilim bu konularda birşey söyleyemez). Parapsikoloji adı verilen bir disiplin bu konularla ilgilenmektedir. Amerikalılar ve Ruslar parapsikolojiyi, hattâ cincileri kullanarak cinlerden faydalanma yolunu ararken, bizim geri kalmış materyalistlerimiz, cinleri inkâr etmek için kanıt aramakla meşgûl oluyorlar.

No comments:

Post a Comment